16 Kasım 2012 Cuma

Biri

Saat kaç bilmiyorum. Neredeyse salon tabir edilecek büyük odanın köşesinde uyuyorum. Eski eşyalar odanın her yerinde, tüm yaşam alanı tek bir odada. Sandalyeler köşede duvara yaslanmış, ben pijamalarımla kapıya uzak köşede uyuyorum. Yüzümde bir tebessüm var. Yüksek sesle açılmış televizyon sesi huzurumu bozuyor, kafamı kaldırıp etrafa bakınıyorum ve tekrar kafamı yastığa koyuyorum. Uykuma devam etmek istiyorum. Hangi komşu... derken bunu yapacak bir komşumun olmadığını fark ediyorum. Uyuduğum odanın kapısı kapalı. Oysa evde yalnızım. Gözlerim kapıya kayıyor ve ışık görüyorum. Yatağım giderek kapıya yaklaşıyor. İçinde televizyon olan odanın ışığı açık ve televizyon sesi o odadan geliyor, korkuyorum. İçeride birisi bangır bangır televizyon izliyor ve sinsi. Benim ona gitmemi istiyor. Dışarı ne ile çıkacağımı düşünüyorum, odanın kapısını hangi tını ile açacağımı, sessizce çıkabilmeyi başaramayacağımı, sopa mı bıçak mı ne kullanacağımı ve kiminle karşılaşacağımı düşünüyorum. Titreye titreye kapıya yaklaşıyorum. Kapıyı elim ayağım boşalmış bir şekilde açıyorum, öyle ki gerisini hatırlamıyorum.

Artık içinde televizyon olmayan odada uyanıyorum, ışık kapalı. Saate bakıyorum, akşam 8.

2 Kasım 2012 Cuma

Baby I love you now leave me the fuck alone

Duyduğum en samimi aşk şarkısı


sözlerini de yazayım tam olsun

Well you know I said I'd love you for all time.
Well sometimes I just can't believe you're mine.
But every now and then
I'm ready to say when
Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone.

Well in your arms is where I'll always stay
But something deep inside says not today
Well i'll be sitting here
Working on this beer
Oh baby I love you, just leave me the fuck alone.


I try so hard each day
To make things go away
There's nothing left to say for tonight

For a couple of days I won't be comming round
I'm going to go get lost, I think I might skip town
Now I don't mean to pout
But you plain wore me out
Oh baby I love you, just leave me the fuck alone.

Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone
I tried dancing, I just want to go home
I know your cooking's great
But dinner will have to wait
Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone

Well I'm in a frazzled state
The party will have to wait
Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone.

 

1 Kasım 2012 Perşembe

The S word

Durumun bu hale gelebileceğini ben bile öngöremezdim. Hep bahsedilirdi bundan. Herkes bir veya daha çok defa bir çukurun içine düşerdi ama kalkılırdı bir şekil. Bana hiç olmamıştı. Buna rağmen "yakın"larımdan edindiğim tecrübe ile şunu çok iyi biliyordum: üzerine konuşuyorsan yap(a)mazsın ve hatta hiç yapmayacaksındır. Elbette ben de ciddiye aldım. Bir tanesi için ünlü bir yazarla yazıştığımı bilirim. Küçüktüm, bir şey yapmak istemiştim. En sevdiği yazardı. Salaktım. Çünkü gerçekten olasılığına inanmıştım. Çok içiyor ve hiç yemek yemiyordu, gözlerinin altı mordu. Tarih bile belirlemişti. Pek çok insan adeta bir countdown to extinction tadında pervane olmuştuk etrafında. Şimdi turp gibi maşallah.

Büyüdüğüm süre boyunca da karşıma çıktı bu insanlar. En trajik durumda olanı bile şakır şakır ötüyordu. Bir nevi egosunu tatmin ediyordu, kaldıysa. Çevresindekileri bu şekilde rahatsız eden, binbir tantanaya sebep olan insanları hep düşüncesiz, ilgi manyağı, pespaye, rezil varlıklar olarak gördüm. Hala da öyle görüyorum. Bırakınız yapsınlar efendim. Bir pseudo görüntüden daha kurtuluruz belki.

Katı mıydım? Hayır. Gerçekçiydim diyelim. Çok iyi bildiğim bir şey vardı, gerçekten niyet eden bir kişi bu tür şaklabanlıklardan uzak duruyordu. Neyse o, mert. Sözünün eri bile diyebilirim. Böyle sözün eri olsa ne olur demesin kimse. Önemlidir. Kayıtlara geçsin.

Çok iyi bilmediğim şeyler de vardı, içine girmediğimiz durumları gösterilen kadar biliriz hepimiz. ben de gösterilen kadar biliyordum. Doktorları ciddiye almamaya çok uzun zaman önce başladım. Potansiyelim yüksekti, bunu bile teşhisle yüzüme vurulmasına rağmen neredeyse bir yıl sonra öğrendim. Umursamadım. Önemsemiyordum. Önemli olan o değildi, zaten hiç olmamıştı. İki majör belirtiden sadece birini gösteriyordum ki çok normaldi. O koşullardaki herhangi biri için çok normaldi. Biri diğerine giden yolu açıyor, ayrık otlarını temizliyordu. Bilemedim. Nicedir yaşamın hep kıyısındaydım, önemsemedim. Bana bir kere bile olmamıştı, demek ki olmayacaktı, onca şeyden sonra olmadıysa. Onca şey esnasında demiyorum, esnasında olmaz zaten, esnasında başka şeyler olur, esas karanlık sonra gelir.

O kadar şeye dayandım. Bataklıktan geçtim kim bilir kaç kez. Bir sinek vızıltısının beni o kıyıya getireceğini hiç bilemezdim. Bilemezdim çünkü belki yine önemsememiştim. Bir şekilde onunla da başa çıkabilirdim. Öyle olmadı. Hala da çıkabilmiş değilim. Kişinin yaşadığı yer ruhunun yansımasıdır. Çürümüşlük bitince her şey bitecek, adeta rejenerasyonla yeni bir ben yaratacaktım. Ölü dokular vücuttan atılmıştı. Eskiyi daha rahat geride bırakıyordum. Bunu da hallettikten sonra artık önümde beni tutacak bir engel kalmayacaktı. Engeller hep olacak/tı. Olmazlarsa zaten ne anlamı var ki genel olarak da bir anlamı yok.

Endişe garip bir duygu. Ne zaman endişeleniriz? Bir düşünmek lazım. Çıkan sonuçlar zamanlamada çoğumuzun yaptığı hatayı yüzümüze yüzümüze vurur bir düşünsek. Endişeyi elden bırakmamak gerekir. Berbat da olsa insanı ayakta tutan bir duygu endişe. Berbat da olsa yaşıyorsun.

Her şey bittiğinde, ki nedir her şeyi bitiren, her şey ne zaman biter? Artık kendinizi toparlamanız beklenir "artık". Belirli bir süreniz vardır. Hatta neyi nasıl yapmanız gerektiği bile yazılmıştır. Şu şöyle olmuşsa sizin artık bunu böyle yapmanız gerekiyor.

Hiç unutmuyorum. Keşke unutabilsem. Hatırlamak istediklerimi unutturup unutmak istediklerimi hatırlatan hafızama bir çözüm bulamadım henüz. Olasılık hesabı yaptığımda bu paragrafın ne çok karşılığı var. Hiç unutmuyorum. Evet, hiç unutmuyorum, annem öleli ne kadar olmuştu bilmiyorum, sanki ilk haftaları gibi ama olmayabilir de. Belki bir iki ay veya azıcık fazlası ama daha çok değil. Dedim ya zaman uçmuş gitmiş o dönem. Belki bu uçup giden zamanın farkına varmadığım için, böyle bir zaman yaşamadıkları için çok sevdiğim insanlar uzak düşmüşler. Düşsünler, yaşam belirtisidir. İyidir iyi. Boğazda limonata içmek de iyidir mesela.

Hiç unutmuyorum, işte böyle havada asılı kalmış bir zaman diliminde bir arkadaşım bana çıkışmıştı. Söz vermişim ama tutmamışım, kendimi salmayacakmışım ama salmışım. Oysa her geçen gün kendimi ne kadar zorladığımı bilemezdi. Bilmiyordu ki henüz salmamıştım. Ve bilmiyordu ki salmam önünde sonunda gerekiyordu. Bazen korkunç diye nitelendirdiğimiz şeyler çok sağlıklıdır. Ona tüm gün boş boş duvarlara bakmadığımı, çabaladığımı, elimden bu kadarının geldiğini söylediğimde suçlayan tavırdan kendini berbat hisseden tavra geçmesi saniye sürmedi. Telefonda konuşuyorduk diye hatırlıyorum. Telefonda mı konuşuyorduk yazışıyor muyduk emin değilim şimdi. Benim için dünya üzerindeki en sevdiği insanla kavga etmişti, üzmüştü, üzülmüştü. Benim için derken, ben istediğim için değil, neden isteyeyim kardeşim gibi sevdiğim birinden böyle bir şey? O benim için bir şey yapmak istedi, onu yapabilmesi için benim yapabileceğim şeyler başkalarına bağlıydı, olmadı. Ben suçlandığımda kaldım. Sıkıntım suçlanmak değil, hala gönlünün bir köşesinde suçlu olmak da değil. Algı, değiştiremeyeceğimiz bir tuhaf olgu. Benim sıkıntım çok daha büyük. Belki de kaybettiğim kardeşimi bir daha kaybetmiş gibi hissettiğimden onu düşündükçe içim başka türlü acıyor. Halbuki beni istediği kadar suçlayabilirdi, sıkıntı yoktu, beni daha çok üzen bana "bunu" yaptığı için kendini suçlayarak kendini sonsuza kadar evrene kapaması oldu. Ben bu suçlama, suçluluk, suç silsilesinin herhangi bir yerinde değildim. İçinde olamadığın bir şeyi değiştiremiyorsun.

Hiç unutmuyorum bahsettiğim süreden bir süre sonra, yani bana verilen sürenin haydi haydi dolduğu bir dönem yıllardır beni aileden tanıyan bir ablam bir kağıt parçası uzatmıştı bana, hani şu yaşamımızı sürdürmek için araç ama çoğumuz için amaç haline gelenlerden. Ben istememiştim, kendisi vermişti. Verdikten hemen sonra 'Zoruna gitmiyor mu böyle yaşamak?' dedi. O an o kağıt parçasını geri verecek gücüm olmasını çok istedim. Çünkü zoruma gidiyordu, herkesin tahmin ettiğinden daha çok zoruma gidiyordu. 'Daha fazla vermek isterdim..'li bir cümleye başladı. 'Vermek zorunda değilsin,' dedim. Aracı şarampole almış uçuruma sürükleniyor hissi veren sorudan sonra yaptığım tek geri verme girişimi başarısız olmuştu. Bir nevi rica ettiğim, olasılığını sorduğum şeyin karşılığı neyse vermişti, bu onu hem vicdan azabından kurtarıyor hem de diğerlerine bağlı bir sorumluluktan kurtarıyordu. Kocası aramızda bir şeyler olamayacağını anladığından, daha doğrusu kabul edebildiğinden beri bana pislik gibi davranıyordu. Kadın sebebini bilmiyordu ama gerginlik olsun istemiyordu. Alışkındım. Aklıma yıllar önce bunlar olurken annemin 'Sakın kızım,' demesi geldi. Çok ağırıma gitmişti. Annem beni ne sanıyordu, 'Anne saçmalama,' demiştim. Bana çok ağır gelen anlardan biridir. İnsanın ne de çok şey geliyor aklına en istemediği zamanda. Halbuki anneme kibarca değil içimden geldiği gibi olanı biteni anltsaydım, olanı biteni derken beni ne kadar incittiğini, o defter de kapanmış olurdu. En karabasanlı dönemimde zoruma giden yaşamaktan buralara dağılmazdım.

Çoğu zaman insanlardan çok şey bekliyoruz, ben değil sadece, hepimiz. Ve utanmadan bir beklentimiz olmadığını söylüyoruz. Hepimiz koca birer yalancıyız. Çünkü beklenti kelimesi aklımıza ve dudaklarımız düşmüşse zaten orada koca bir beklenti var. Ben benden beklenenler altında defalarca ezildim. Bazısı hiç umrumda olmadı, bazısı yine önemsemediğimden karşıma gulyabani gibi çıktı, kimisi aslında ezemezdi. Sadece ben, yerdeydim. Bocaladım. Öyle bir an geldi ki hayatımda hiç bocalamadığım kadar bocaladım.  Çok açık olan bir şey vardı, beceremiyordum. Beceremek bir yana, becerir gibi bile yapamıyordum, bunu daha önce de defalarca hissetmiştim. Beslenmeyi beceremediğimde, uyumayı beceremediğimde, uyanmayı beceremediğimde, yediklerimi midemde tutmayı beceremediğimde mevzu sadece uykusuzluk, uykululuk mide rahatsızlığının getirdiği iğrenç ruh hali, şu ya da bu değildi. Bunlar bende çok daha farklı bir şeyi tetikliyordu alttan alttan ve ben bunun ne olduğunu çok iyi biliyordum. Artık çözemeyeceğimi kabul etmiştim, yıllar olmuştu, hiçbir çabam beni serbest kılacak bir sonuca götürmüyordu beni. Yorgun düşmüş, yetmiyormuş gibi düğümü perçinlemiştim. Perçinde katkısı olan kişinin adına hala tahammülüm yok, başkasına ait olması benim için bir şey değiştirmiyor. Çok ağır ve acılı bir şekilde ölmesini diliyorum.

Bazı şeyleri söylememek için kırk dereden su getiririz. Başkalarını demiyorum, kendimize karşı, alt edemediğimiz gibi katılamadığımız pislikler onlar. Katılmayı da istemiyoruz, istiyorsak zaten şu an yanlış yerdeyiz. Git kendine bir çay koy.

Buraya yazdığım hiçbir şeyi dönüp bir kez daha okumadım. Sıktığımız sivilcenin içini aldığımız peçeteyi tekrar gidip çöpte kontrol eder miyiz? Hayır. Kimsenin de ardımdan bu peçeteleri toplayıp bana getirmesini istemedim. Ben buraya bir şeyler yazacağım, kabaran vicdanlarla insanlar bana gelecek. Bunu hiç istemedim. Belki de bu nedenle günlerdir yazmadım. Eski rlüme geri dönebileceğim bir anı bekledim, neredeyse oluyordu da, olmadı. İçimde oluşan cerahati tam olarak akıtmadıkça hastalanmaya devam edecektim. Absenin kökünü kuruttum mu bilemedim. Ağladım.

O gün diğer günlerden farklı bir gün değildi aslında. O gün, tam olarak da neden o gündü hala bir cevabım yok. Sorusunu da sormadım. Bazen sormadığımız soruların cevapları gelir ya, öyle. İçimizde pek çok kişi var, yaşamayı bir şekil beceriyorlar, geberiyorum bile deseler devam etmeleri gereken minimumu gerçekleştirebiliyorlar. O kişilere hep imrendim. Bazıları o kadar yakın ki daha ellerine jileti aldıkları an ben kanamaya başlıyorum. Hayır, hiçbir içki durdurmuyor kanamayı. O gün de diğer birçok günüm gibi çekilmiş jiletlerin kafamda dolaştığı bir gündü muhtemelen. Ben farkında değildim. Bir şeyler her zamankinden daha tersti. Bilmiyordum ama seziyordum. Bilmiyordum ama sözlerime yazılı bile olsalar yansıyordu. Yansımasaydı ne o mesaj gelirdi, ne o telefon, ne de ben onları duyacak durumda olurdum. Oysa defalarca birden bunalıp ona bir şeyler yazıp bilgisayarı kapatıp gitmişimdir. Benim fark ettiğimi o fark etmişti. Aslında her ne kadar ayarın kaçtı, şirazeni doğrultayım diye kendimi dürtsem de ben de farkındaydım. Henüz kendimi görece daha iyi hissederken bile geleceğin farkındaydım. Bu kadar acılı olabileceğini bilemezdim. Hissizlik nasıl bir acı verir, aklıma bile getiremezdim. Dışarı çıkmak bu sefer bana değil iyi, korkunç derecede kötü gelmişti. Çöküntü imparatorluğuma döndüm. "İnsan"ların at dediği, halbuki beni yanlarında tutan "şey"leri düşündüm. Onlar bile etki etmiyordu. Bu sefer başka türlü düşündüm onları, her zamankinden çok farklı. Her şey etrafımda anlamsızca dönüyordu. En sevdiğim varlığı düşünüp bir şey hissetmeye çalışıyor ama hissedemiyordum. Varlıklarını ben yokken kağıdın tekine yazdığım şekilde gayet rahat geçirirler diye düşündüm. Yapabildiğim en fazla buydu. Ben fazlalıktım. Çok açık bir şey vardı, ben en basit şeyleri bile beceremiyordum. Garip bir anlamsız kalma hali. O hissizlikte nasıl olduysa içimi acıtan göz yaşlarım yeni durmuştu. Telefon çaldı.

O telefon çalmasaydı o gece çıkmazdı. Yazmak bana iyi gelir sanmıştım, gelmedi.

28 Eylül 2012 Cuma

sokaklardaki tüm hayvanların toplanması

armandez de vitoro çok da güzel dile getirmiş, hani derler ya, bunu yapan insan olamaz diye, bunu değil yapan, düşünen, yasa teklifini veren insan olamaz. ya da olur, insan tanımınıza bağlı, arsızca yaladım leoparı'nin dediği gibi bu durum; insanoğlunun, yeryüzündeki en vahşi, en zararlı, en tecavüzcü, en katil tür olduğu gerçeğinin 8.344.567.899'uncu tezahürü.

bakın armandez ne demiş:

"cok zalimce.

yemin ediyorum en inancsiz insanin bile yapabilecegi bi sey degil; ki bu tasariyi hazirlayanlarin agzindan allah lafi eksik olmuyor.

sokak kopekleri, yasam alanlarimizdaki en zavalli canlilar. isiriyor, kovaliyor diyenler; keske bir mucize olsa da kendileri insanoglu gibi vahsi bir yaratiga maruz kalip kendini savunmak durumunda kalsa.
ya nasil iciniz acimiyor ve nasil uykulariniza girmiyor, ben mi cok hassasim bilmiyorum. dun aksam bacaklarindan biri kirilmis ama o haliyle yurumeye calisan bi kopek icin butun gece veteriner aradim. sabah bahcede yoktu, nereye gitti bilmiyorum. butun gunum boyle mahvoldu.
her gun yolda araba carpmalariyla can vermis onlarca kedi-kopek gormekten ise gitmekten sogudum. cesetlerin uzerine basmadan gecmeye calisiyorsun.
simdi sirf bunlar var diye ben cok ciddi uzuntuler duyuyorum; ki su yasam hakkina mevzuu cok ciddi travmatik.

avrupa mavrupa diye nolur yemeyin kimseyi, gezegenler carpissa o konuda duzeltilecek bi sey varsa bu en son seydir. sokaklar kedilerle, kopeklerle guzel. gecen sene gotumuzu yirttik burda bolluca'da köpek katliamı diye. barinagin da toplama kampinin da hali ortada. devlet vatandasina bakmiyor, kopege mi bakacak? birakin da biz onlara sokaklarda bakabilelim. kisirlastiriyor musun napiyorsun, onu yap sen.

bunun icin yalvarmam gerekecekse yalvaririm.
ben dusundukce cok ciddi aci cekiyorum."

hatta kısırlaştırmayı bile yapmasınlar, yapmıyorlar zaten, kısırlaştırılmaya gidip takip eden olmadıkça geri dönen köpek görmedim ben, kediler için ise belediye her bir halta para talep ettiğinden özel klinikle anlaşıp aşısıydı, kısırlaştırmasıydı, en iyi koşullarda yaptırmak daha iyi. belediye niye var? kimsesi olmayan sokak hayvanlarına ücretsiz hizmet vermek için, değil mi? değil. götüren az sayıda duyarlı insan da para mevzusu yüzünden götürdüğü ile kalıyor, maddi durumu yoksa vicdan azabı ile geri dönüyor. çevremde insanlar belediye ile ucuza anlaştık şu kadar kısırlaştırma diye sevinç haberi veriyorlar, bu devlet mi köpeklere bakacak? hizmet parası verilmeyen hayvana ayrılan ödenekle mal mülk aldığı için, iç ettiği için bakmayan belediye mi? yapmayın, salak olmayın. kendi hayvanlarım dışında onlarca sokak hayvanına bakıyorum, biliyorum. fiv veya fib nedeni ile 15 20 kedinin öldüğü kedi evini bile biz, sade vatandaşlar dezenfekte ettik, hayatta kalanları tedavi olsunlar veya hastalık kapmasınlar diye dezenfekte işlemi sırasında çeşitli kliniklere yatırdık. belediye ne yaptı? hiç...

"o kadar gerizekali pollyannalarsiniz ki kosullarin bir anda degisip bu yasayla toplanacak hayvanlarin mutlu mesut yasayabilecegini dusunuyorsunuz. ustelik bunun devlet guvencesi olduguna can-i gonulden inanarak.

tiksiniyorum sizin gibi mal beyanlariyla ayni topraklarda yasiyor olmaktan."

Sokaktaki kediyi köpeği toplayacağınıza hırsızı, yan kesiciyi, tacizciyi, tecavüzcüyü, pedofili, magandayı toplasanız da rahat yürüsek! 

27 Eylül 2012 Perşembe

Size bir şey olsa biz hemen gelirdik ki... 30 Eylül Taksim


Dostlarımızı böyle bir günde yalnız mı bırakacağız?

Ek: Diğer Şehirler, diğer toplanma alanları

 Ƹ̵̡Ӝ̵̨̄Ʒ  30 EYLÜL PAZAR SAAT 14:00 TAKSİM MEYDANI(İSTANBUL)
30 EYLÜL PAZAR SAAT 14:00 KONAK YKM ÖNÜ (İZMİR)
30 EYLÜL PAZAR SAAT 14:00 ŞARAMPOL KAPALI YOL HALK BANKASI ÖNÜ (ANTALYA)
30 EYLÜL PAZAR SAAT 14:00 KENT MEYDANI(BURSA)
ஐ ஐ 7 EKİM PAZAR SAAT 14:00 SAKARYA CAD. MEYDANI(ANKARA)ஐ ஐ

30 EYLÜL saat 14 belediye önü BODRUM
30 EYLÜL SAAT 14:00 ADALAR MİGROS ÖNÜ(ESKİŞEHİR)
30 EYLÜL SAAT 14:00ATAPARK KENT MEYDANI (GİRESUN)
30 EYLÜL SAAT 14:00 TUĞLALI PARK (TEKİRDAĞ)  Ƹ̵̡Ӝ̵̨̄Ʒ

15 Eylül 2012 Cumartesi

daha naif dönemlerden kalan bir kağıt parçası

Tutmak istemiyorum, kaydını düşüyorum kenara, kenarına şunu yazmışım, nedense parantez içinde:

(Ey  ömür, ay batınca
                                   kendine
bir başka yer ara ey ömür)


Yazmaya neresinden başlamışım bilmiyorum, önce  bu parantezin olduğu yüz ilk yazılan yüzmüş gibi geldi ama sanırım şu an kim olduğunu zerre hatırlamadığım birine yazılmış, sağ üst köşesinde tireler içnde hangi Barış'a olduğunu hatırlamadığım bir isim...

                                                                                                  - Barış'a-

Zamanın pençesinde
              koyu yalnızlık
Dingin sözler,
              kıyıcı
Bir sonbaharın daha
                  başlangıç tarihi
 kanatıyor yaprakları
     - kızıl -
bir sonun daha başlangıcı


ム 乃  diğer yüz ム 乃

Resimdeki heykel gibi
Eksik kalıyor
   bir şeyler hayata
Gurbetin kızıl
              yalnızlığında
İstanbul'un kızıl yapraklarıyla
   beraber savuruyor
                rüzgar beni
Taksim'de bir öğle
                               Eylül '97

Artık seni de yırtabilirim.

Yakup

Ben, yani Yakup, her türlü çağ-
rılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslen-
medi hiç
Yakup!

乇 キ Edip Cansever

♪↕‼ çağrılmayan Yakup

artık günlerdir masamın üzerinde duran, üzerinde anlamlı bir bu şiir kalmış eski gazete parçasını yırtabilirim, what a relief.

6 Eylül 2012 Perşembe

Lithium


But I cracked?

Bu basit gönderinin bile saatler aldığı bir bilgisayarda yazamamaktan sıkıldım.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Yorgun Savaşçı

Bugün Pırtık'la aniden vuku bulan, beni çok endişelendiren ve veterinere koşarak vardıktan sonra neredeyse bir saat süren apse temizleme işleminden sonra eve gelirken bir komşu teyzemiz bana 'Yorgun savaşçı,' dedi. Afalladım. Afalladım çünkü bana annem derdi eve bitmiş geldiğim zamanlar.

Konuştuk ayak üstü, 'Çok belli üzgün ve yorgun olduğun ondan dedim,' dedi. Az kalsın unutuyormuşum bu sözü. İyi ki de dedi. Kim olduğumu hatırladım.

Evet, yorgun bir savaşçıyım ben, henüz dinlenme vaktim gelmedi.

Aslında en doğru yorumu bir ablam yaptı: Sen bütün sene sadece biyolojik olarak yaşıyordun, nefes alıyordun ama ölüydün, şimdi dirilmenin vakti geldi.

Kendimi düşününce, gerçekten de hepiniz beni yaşıyor sandınız, ölüydüm ben.

Hatıra tüyleri...

Annemin notlarını saklanacakları saklamak, atılacakları atmak için ayrıştırırken bir peçete buldum, daha doğrusu kağıt havlu parçası. Üzerinde "Lali'min hatıra tüyleri" yazıyordu. Demek ki öldükten sonra bir tutam eline gelen tüyü koymuş, çünkü kızımın tüyleri ne o kadar donuk, ne o kadar karışık ne de o kadar mat....idi.

Bir yandan hastalığı ile ilgili şeyler geçiyor elime, içim acıyor derken buna rastladım. Derken Pırtık'ın kafasından kocaman bir irin çığ gibi çıkmaya başladı, derken veterinere koştum...

Şu an tüyleri de peçeteyi de göremiyorum. Eve geldim, elim buzdolabının üzerine gitti. Bir fotoğrafa.

Çanakkale'de çekilmiş, habersiz, Truvalı Helen zamanlarım. O fotoğraf boşuna bu zaman elime geçmedi. Lali'min tüylerini ise bu kalabalıkta bulursam atacağım. Kızımın tüyleri ipekti benim. Kadife gidiydi. Hatırası da öyle kalsın.

Canım Lali Berte'm, anneme zarf bırakmışım senin üzerinden, üzerinde adres olarak

Kanepenin üstü
Lali'nin altı

Ev
Bursa

yazıyor. Zarfı saklasam mı atsam mı diye boş boş bakıyorum...

Peçeteyi buldum, tüyleri mezarına serpeceğim.


22 Temmuz 2012 Pazar

İçimdeki boşlukları doldurunuz Vol. 1

Ve kaybolan yazıyı buldum....  Bakmadan yayınlıyorum.

Truvalı Helen


 Truvalı Helen'in Hektor'u ölüme yolcu ederkenki bir duruşu vardır filmde, beni en çok etkileyen sahnelerden biridir, içimi bomboş eder. Filmi ilk izlediğimde de öyle olmuştu, sanki oradaki Helen bendim. Aşkım uğruna vebalini ödeyemeyeceğim şeylere neden olmuştum... Olmuşumdur, hepimiz vebalini ödeyemediğimiz şeyler yaşamızdır belki. Belki de onları ödediğimiz içindir bu boşluklar. Öldürürken göz yaşı döken Hektor, filmde gösterildiği ve aslında öyle anlatılmayan Hektor'un cesedini babasına vermeden hazırlarken Akhilleus'un döktüğü göz yaşları. Birini öldürmek kolay değil, bedeli de.

Bu boşluklar bazen gelir beni ziyaret eder. Mesela ilk paketler evden çıkarken, hani şu bahsettiğim Ümraniye'de otuz kedi ve ikisi felçli sekiz köpek bakan kadına, annemin çok giydiği, tiril tiril rahat ve eski, bana göre olmayan bir bluzunu bulmuştum, yıkamış asmışım, poşete ekledim ve eklerken içimde o boşluk oluştu, annem dedim, göz yaşlarımı içime akıttım. Bazı şeyler çok o kişidir ya, bu da öyle bir şeydi. O boşluk kadının sevinci ile geçti.

İkinci ve daha büyük boşluk Geçen hafta salı günü yarım gün içinde ikinci bir dokuz paket çıkarırken oluştu, o kadar kısa sürede o kadar çok şeye karar vermiştik ki, ikimizin de nevri dönmüştü, çok yorulmuştuk. Fotoğraflarını çektim çocukluk kıyafetlerimin.

Attığım şeylerin bir kısmının fotoğrafını çekiyorum. Anısı dijital de olsa kalsın diye. Bir arkadaşım bugün bunun da sağlıklı olmadığı, hala bağlı kaldığımı söyledi. Belki de öyledir, belki de dijital kayıtları da silmenin vakti gelir. Bilemem.

Ertesi gün içimde oluşan boşluğu anlatamam, canım yanıyordu. Hüngür hüngür ağlamak istiyordum, üzerimde bir önceki günün yorgunluğu. Donakaldım.

Zaten hep donakladığım için olmuyor mu bunlar? Akıtsam göz yaşlarımı? Ağlasam? Truva filmini izlerkenki gibi, aşkı, tutkuyu, hırsı, bir şehrin, bir ülkenin düşüşünü izlerkenki gibi.

İzlerken yarıdan yakaladık ve Emily'deydim, Emily bana doğum günü hediyesi elbise almış, giydirdi, efil efil giyersin dedi, tıpkı o dönemin kıyafetleri gibi. Giderken de 'Hadi git ve yaz,' dedi.

Truva hep özel bir yer oldu benim için, bir kere gidebildim, tuhaf hissettim. Uzun süre nickim Truvalı Helen'di, filmden çok önce. Nickim derken sözlüklerde aramayın, öyle nick değil, bir nevi lakap, bugün hatırladım. Bir zamanlar bana Truvalı Helen derlerdi.

O yaşananların içimde bir kama ile bir şeyleri kazıması boşa değil, neden böyle boşluk oluştu yine? Halbuki atma ve düzenleme çalışmalarıma devam ediyorum. Bunları yaptıkça kendimi daha iyi hissediyorum. Bugün benim için çok değerli bir çizimimi attım mesela. Parçalanmış pisi pisilerimi attım, nasıl olsa yenisini almıştım...

Emily yaz dedi ama ne yazayım bilmiyorum ki. Bugün ona bir şey anlattım. bana sürekli sorduğu bir soru vardı. O soruyu her sorduğunda neden bu kadar sinirlendiğimi ve tepki verdiğimi anlattım. İçimi acıtan şey görünürde olan şey değildi ve bunu çok sonra fark ettim. Tıpkı çilekler gibi.

İçimdeki boşlukları doldurunuz Vol. 2

Bir sorun oldu ve yazdığım tüm yazı silindi. Belki de yazmamam gereken şeyleri yazdım.

İlk boşluk bende ne zaman oluştu? Çok uzun seneler önce. Onları şimdilik geçelim, son döneme gelelim, bahsettiğim yirmi kedi, ikisi felçli sekiz köpeğe bakan kadına dokuz paket -içlerinde mini bavul da var- eşyayı gönderilmek üzere vermeden önce son kontrolleri yapıyordum. Annemin çok giydiği ve onunla özdeşleşmiş bir gömleği vardı, yeni desen, yeni değil, çok rahat olduğundan hep üzerinde gördüğüm. Birden askıdan alıp poşetlerden birinin içine yerleştirdim. O an içimden bir şey koptu. 'Annem,' dedim. Ağlayacak gibi oldum ama gitmesi gerekiyordu, gitti. Bu boşluk hissi kısa sürdü ve kadının sevincinin haberi ile yok oldu.

İkinci boşluk geçen salıydı, beklemediğim yardımcımla yarım günde dokuz paket hazırladık bu sefer, o kadar hızlı hareket ettik ki başım döndü, dışarıda yemek yedik, kocaman bir bavulun da dahil olduğu dokuz paket daha çıktı evden. O kadar yorulmuştum ki eve gelip bir süre uzandım. Boşluk ertesi gün de yorgunlukla içimi kazıdı. Belki her şey çok hızlı olduğundan...

Boşluk son dönemde ilk içimi kazıdığında bir kitap okumaya başlamıştım, bir şey yapacak enerjim yoktu, uzandım, kitap içinde kocaman bir boşluk olan bir adamı anlatıyordu, neden sonra öyküyü bitirmeden rahatlamıştım. Kitabı hala bitirmedim. Sanki dönüp dolaşıp boşluk geçtikten uzun süre sonra durup dururken ölen öykü kahramanına bağlanacak(tı) her şey.

Sonrasında attıklarım içimi acıtmadı ya da boşluk bırakmadı. Bir tek iki üç gün önce bir makine ve annemin nasıl olup da hala evde olduğunu anlamadığım birkaç kıyafeti ile benim bir iki kıyafetimi yerleştiğim poşetten, poşetle beraber makine alınıp gerisi yerlere saçılmıştı, o görüntü beni çok üzdü. Sonra ihtiyacı olan yerden almıştır. Yerden toplayıp yeni bir poşete koyayım dedim. Arkadaşım 'Sen görevini yaptın, düzgünce koydun, dağıtan kişi toplamalıydı, senin görevin burada bitti, artık dokunma, ihtiyacı olan alır,' dedi. Bıraktım öyle. İlerleyen saatlerde geçerken bakmak aklıma gelmedi ama muhtemelen yere dağılanlar gitmişti.

Artık bir şey atarken rahatlık hissediyorum. İçimin acıyacağını hissettiğim zaman, zamanı gelmemiş diyorum.

Mesela bugün şu bond çanta gibi taşınan Singer dikiş makinemizi nereye bağışlasam diye düşündüm, Açev dediler. Maddi sıkıntımı bilenler 'Eski makine ise sat, meraklıları vardır,' dedi ama benim o kadar vaktim yok. Neden o kadar vaktim yok, neden öyle yazdım ben de bilmiyorum, her şeyi ile beraber zigzaglı makine. Sanırım zamanın geldi senin de. Ben hep şöyle düşündüm: Ondan alacağım para bana başka yerden gelsin. Bir yere hayır olsun. Cebimde beş para yokken bile hep bunu dedim, böyle düşündüm. Satmak istediğim bir tek Yağcıbedir halım var, hiç kullanılmamış, annem ve babamın gaza gelip bir sürü para verip aldığı. Onun dışında herhangi bir şeyi satmak istemiyorum. İhtiyaç sahiplerine ulaşması benim için çok daha önemli.

Evimde başlayacak olan tadilat sürecinin ne zaman başlayacağı hala belirsiz. Bu hafta belli olur diye düşünüyorum... O konuda da içim bir boştu, artık değil. Ne ile doldurduysam diğer boşlukları da onunla dolduracağım, yeni gelen enerji ile, huzur ile, özellikle endişe ettiğim konuları oluruna bırakmak ile...

Nereden çıktı bu yazı? Halbuki kullandığım bilgisayarların neden olduğu zorluklardan dolayı hiçbir şey yazasım gelmiyor. Daha demin yazdığım her şey gitti mesela hep. Daha demin yazdıklarım.

Truvalı Helen'den bahsediyordum. Hektor'u Akhilleus ile dövüşe, yani ölüme gönderirkenki duruşu filmdeki, o boşluğu yeniden açtı. Filmi Emily ile yarısından yakalayıp izledik. Bu boşluklar neden oluşuyor? Hektor'un filme göre Akhilleus'un kuzenini öldürürken döktüğü göz yaşları, Helen'in aşkı yüzünden Hektor'u ölüme gönderişindeki hüzün, filme göre Akhilleus'un Hektor'un cesedini babasına vermek üzere hazırlarken 'Yakında buluşacağız kardeşim,' diyerek döktüğü göz yaşları, Hektor'un kuzeninine kendi kuzeninin boynundakini vermesi özgür bırakırken... Hepimiz bildiğimiz veya bilmediğimiz şeylerin vebalini ödüyoruz.

Neden bu kadar acıttı bu film? O destanlar beni? Bir dönem Truvalı Helen'dim ben, nickim buydu, belki ondan, nick olarak sözlüklerde aramayın, lakabımdı. Filmden önce başlayıp film ile sürmüştü. O zaman da içimi bir şeyler kazıyordu. Hepimizin geçmişinde çözemediği kim bilir neler var. Bu da onlardan biri.

Emily'de izledim filmi, Emily'nin aldığı doğum günü hediyesi elbise ile izledim, hala üzerimde o var ve tam çıkarken Emily bana 'Hadi git ve yaz,' dedi, başka türlü o iç sızısı, o kocaman boşluk geçmeyecekti sanki. Sanırım hissetti bunu ve yaz dedi Emily, yazdım ben de. Sanki ülkeleri ben yıkmışım, şehri ben düşürmüşüm, her şeye ben neden olmuşum gibi bir ruh hali ile yazdım. Ağlamak istiyorum, filmi izlerken yaptığım ve yapamadığım gibi. Olmuyor.

Karmaya inanırım ben, bu göz yaşları, çektiğim tüm acılar ne kadarını temizledi, temizler bilemem. Bazen karmanıza öyle şeyler koyarsınız ki hiç temizlenmez. Ve artık karmanın bedelini ödeme süreci hızlandı. Çok hikayem var bununla ilgili. Bir arkadaşımın bir lafı var, daha önce de yazmışımdır kesin, yine yazıyorum, her yere yazasım geliyor ki insanlar belki biribirlerine daha saygılı, daha sevgi dolu, daha önyargısız ve daha özenli yaklaşırlar...
 "Karma is a fucking cunt. She knows your name, your address, and when it comes back to you...know you get exactly what you deserve. "

Karma adınızı, adresini ve size ne zaman geleceğini bilir.  Ve size geldiğinde hak ettiğiniz tam olarak neyse onu alırsınız. Onun size geleceğinden şüpheniz olmasın.

Ben Truvalı Helen, Paris'e duyduğum aşkım uğruna, istemeden milyonlarca kadını kocasız, anneyi oğulsuz, canlıyı cansız kıldım. Sonra belki bir ışık oldum. Ama Hektor'un benim yüzümden, daha doğrusu ben bahane edilerek başlayan savaşta Akhilleus'un elinden ölümüne gidişini hiç unutmadım. Truva benim yüzümden düştü, tutamadım. Boşluğu adımı bir çağa vererek doldurmaya çalıştım. Belki de olmadı. Vebalini ödeyemeyeceğim şeylere sebep oldum. Karmamı ödedim. Şimdi sadece ışık var.



20 Temmuz 2012 Cuma

Çilekler çürüdü

Evimde başlaması hem zaruri hem de belirsiz tadilat sebebi ile dağıtılması gerekenleri ve dahi vermeye bir türlü elim gitmeyenleri dağıtıyorum...

Şu an kapladıkları alan açısından ağırlığı yatak yorgan kıyafet gibi şeylere versem de elime notlar geçmiyor değil.

Daha salı günü bana yardıma gelen ablamla verilecekleri ayırırken acildeki ilk kan sonuçlarına denk geldim. Öleceğini sandığın gün, 9 Mayıs 2011, günlerden pazartesi, ilk ciddi trombosit ihtiyacı, kan değerleri istek kağıtları vs...

Ne olduklarını anladığım an hiç okumadan -yalnız olsaydım okurdum ve daha uzun sürerdi- ağlayarak kağıtları yırtıp attım...O tarihi, o gün olanları istesem de unutamam ki zaten ama rastladığımda beni üzecek bir şeyi niye tutayım diyebildim ilk kez. Başka hiçbir şeyini atamıyorum biliyorsun. Sağlık raporların, pet çekimlerin, babamın sağlık raporları... Hiçbirini atmaya hazır değilim, atmalı mıyım ondan bile emin değilim. O gün kağıtları yırtarken sanki senden bir parça yırtıyordum. Affet beni anne, dedim yırtarken. Affettin mi?

Bugün yönümü yine kutu eşya vs atmaya yöneltmişken elime yine birkaç dosya geçti, açmış bulundum. Bir sürü kağıt, en öndeki ikisini aldım sadece. Biri önemsiz ve gereksizdi, yırttım attım. Diğerine ise not yazmışım, sürekli unuttuğum için... Arkadaşımın ben ve sen yeriz diye aldığı, senin yoğun bakıma kaldırıldığın için benim ise vaktim olmadığı için berbat bir yazıyla -kim bilir ne kadar yorgunmuşum- dolapta 'çürüyen çilekleri at' diye not yazmışım. Unutmuştum ben onları. Uzun süre dokunmadım, geceleri eve geldiğim halde bir türlü atamadım. Bunu anlayan bir arkadaşım en son benim atamadığımı fark edip sen henüz hayattayken çilekleri attı. Atılacaklar çileklerle bitmedi, öldüğün gün müydü emin değilim, sonrası mıydı, ikisi birden miydi bilemiyorum, arkadaşlarımdan rica ettim çürüyenleri atmalarını, şimdi anlıyorum ki ondan dolayı ne zaman dolapta bir şey çürütsem içim acıyor, sırf zar zor kazandığım veya arkadaşımın aldığı meyve sebzenin boşa gitmesi değil beni ağlayacak kadar üzen. Dolabıma aylarca bir şey sokamamam tuhaf değil. Geç başlayan esas yas süreci ile bunları yeni yeni kırıyorum ve bir şey çürüyecek diye ödüm kopuyor çünkü sanki onlarla ben de çürüyorum.

Çilekler çürüdü anne, ben çürüdüm. Çürük yanlarımı atmaya, başka yerlerimi çürütmemeye çalışıyorum şimdi. Her yanım çürük dolu. Benim dışımda evimizin iki odasının altı da buna dahil. Sen gidince beni çok ezmeye kalktılar anne, her yanım biraz da ondan çürüdü. Sen kim olduklarını görüyorsun. Allah belalarını versin, bela okumayı sevmem ama maalesef bu insanlara başka kelime bulamıyorum. O kadar çok bedduamı aldılar, tek güvendiğim şey karma anne. Artık yakın zamanda görüyorum karmanın dönüşünü. Herkes günahının bedelini öder, herkes çürüttüğü kadar çürür de.

Ben kendime söz verdim, kendimi çürütmeye asla izin vermeyeceğim. Hukuki anlamda haklı olduğum hiçbir şey için kendimi üzmeyeceğim. Sen de olsan öyle yapardın. Keşke ben de senin gibi güçlü olabilseydim, şimdilik değilim ama olacağım. Sana olan borcum bu benim anne.

13 Temmuz 2012 Cuma

Çok mutsuzum anne

Çünkü ölümü tanıyorum artık, bilmenin laneti. Bak başıma ne geldi bugün. Dün arkadaşımla bir şekilde kediye kullanırız diye bahsettiğimiz siyah beyaz şalın bugün bir kediciğe kefen oldu. Şaka gibi...

Bir de o kedicik meğer her akşam iş çıkışı gözüne iyileşsin diye krem sürmeye gelen kişinin getirdiği kediciğiymiş... Haberi olur mu ki? Ne kadar büyümüş sıpa, tanıyamadım, adamın içine doğar mı? Çarpıp da bir de üzerine utanmadan hala nefes alan, can çekişen bebeğini bir de çöpe attıklarını bir şekilde hisseder mi?

http://bigcatsdiary.blogspot.com/2012/07/sizin-insanlgnz.html

Onu bulduğumda da, veterinerin teşhisinde de öleceğini biliyordum, çünkü artık ölümü tanıyorum. Canımın içine transamine çıkardıklarında ağlamaya başladım, aklıma sen düştün. Diyemedim uğraşmayın Azrail başında bekliyor, sadece daha fazla acı çekecek böyle.


Şimdi o da kedi cennetinde, hayatımda ilk kez bir kediyi uyutmaktan başka bir çarem kalmadı. Ölümü izledim, içim bomboş, çok mutsuzum anne. Çok bitkinim. Keşke senin gibi güçlü olabilseydim. İnsanlar seni tanımadıkları için beni güçlü sanıyorlar...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Kağıt Mendil

Aslında bugün senden değil de babamdan bahsedecektim anne, bunca yıl sakladığınız ta üniversite yıllarınızdan kitaplar, defterler... Öğrencilerinin seni biliyormuşçasına babam için ne denir okul yıllığı mı? Ona yazdıkları adres...

Bir yandan hayatta çok acı var anne, bir kadın var. Temizlikçiymiş, artık temizlik yapamıyormuş, iki adet 6 metrekare oda ve tuvalet dışarıda mutfak yok... Oraya 350 lira kira ödüyor her ay, suyu bile yok kadının! Yer de Ümraniye.

Kadın o hali ile bile yirmiye yakın kediye ve ikisi felçli sekiz köpeğe bakmaya çalışıyor, kendi yiyecek ekmeği küflü, yanına peyniri bile yok, herhangi bir şeyi yok, kadın suyu komşulardan alıp o ekmekle hayvanlara papara yapıyor anne.

Kalan eşyalarının hepsini, örtüleri, brandayı, senin ve babamın yastığını, kısacası barınağa göndereceğim eşyaların hepsini ve senin eşyalarını ona vermek istedim, cuma günü eline geçecek, ben de hazırlıyorum.

Açmayı unuttuğum bir çekmece vardı, küflenen dolapta, oradan eşyalarını katlayıp koyarken bir hırkanı buldum anne ve cebinde hiç kullanılmamış kağıt mendiller vardı, selpak, senin mendillerine ağladım anne, oysa sen kim bilir ne düşünüp de koymuştun. Senin için döktüğüm göz yaşlarını bekliyorlarmış meğer, kimin aklına gelir temiz bir hırkanın içinden mendil çıkacağı. Üstelik hırkayı poşetlemişsin bile... Bir daha giydiğimde kullanırım diye koymuşsun, bir daha hiç giyememişsin...

Hala sana dair bir şey beni niye bu kadar acıtıyor anne? Kıyafetlerinden severek giydiklerim var, seni sen yaptığı için sakladıklarım var. Onlar acıtmıyor bilakis mutlu ediyor üzerimde olmaları, diğerleri niye bu kadar acıtıyor anne?

Hangi yaram kanıyor benim?

10 Temmuz 2012 Salı

Melek

Daha dün onların aslında hep benimle olduğunu konuşurken bugün bu notu buldum, annnemin el yazısı, ne zaman yazmış, babama mı, bana mı, kime yazmış bilmiyorum ama şu an benim elime geçtiğine göre bana demiş ki...


"Dün gece sen uyurken bir melek gönderdim. Seni izlemesi için. Umduğumdan tez geldi.

Sordum niçin? Dedi ki bir melek bir başka meleği izleyemez."

Annemmmmm...


9 Temmuz 2012 Pazartesi

Geçen sene sanki daha kolaydı...

Bu seneki doğum günü yazımı kendime hediye ettiğim doktor kontrolüne koşmadan önce yayınladım ve gerisi gelmedi.

Bir arkadaşımı bekliyordum, döngünün hassasiyetinden dolayı bir o kadar ben de hassastım ve bir meltem gelecekti Ankara'dan. Haber bekliyordum, tam bir Godot'yu beklerken havası tüm günü ve hatta geceyi esir aldı.

Cyrano nerede? Cyrano nerede?


Ankara'dan esecek meltemi beklerken başka bir limana attım kendimi, annemin beni doğurduğu günde ve yaşta içime doğan şey gerçekten içimde doğmuştu. Tuhaf sezgiler, tuhaf tesadüfler... Liman yaşlıydı.

Cyrano'dan haber bekledim, mesajlaştık, sığındığım limanda annemden bahsettik, diğer insanların hayatlarından... Başka insanların hayatlarını o kadar uzun dinlemek zorunda kaldım ki fenalık geçirdim, 'Doğum günümde reva mı lan!,' diye içten içe isyan ettim. En son saat akşam beş altı suları Cyrano'ya saat 12'den sonra kabak olacağımı söyledim. Benim için tarihler önemlidir. Bir günün günü o günse o gün, o gün gibi olmalıdır, yoksa olmaz. Geleceği yerden o saatten sonra yetişemez.

Zaman eğilip bükülse de elimizde tuttuğumuz zaman önemlidir.

Sonra ben sarıp unuttuğum yoğurdumu hatırlayıp eve koşacak, canım dediğim arkadaşıma bir kart yazacak ona bir hediye verecektim. Daha doğrusu veremeyecektim. Ankara'dan hala esen bir şey olmadığı gibi haber kanallları da kesilmişti, ne yapacağımı bilemiyordum çünkü Cyrano'yu bekliyordum. Beklenti kötülüklerin en büyüğüdür derler ya, öyle bir şey.

Başka bir meltem aradım, bulamadım.

Arkadaşıma özellikle o gün vermek istediğim şeyi veremedim. Basitti aslında, hediye bile değildi, günün anlam ve önemini yazdığım ve çocuk istediğini bildiğim için hayırlı bir evladı olmasını dilediğim hayata düşülmüş bir anekdot. Almadı, yarına kadar da almayacak. Bugün konuşmasak yarın da almayacaktı.

Oysa ben bırakmak için koşturmuştum, evde bulamadım, komşusuna bıraktım, o gün alsın çok istiyordum, benim için çok önemliydi. Bir yandan Cyrano'dan haber bekliyordum, oturdum çorba içtim oğluşumla, romantik. Amma doğum günü yemeği.

Sonra Sapan'ım Alaybozan'ım aradı, ben hala aynı elbisemle, bekliyorum.

Ben Ankara'dan meltem beklerken bir esin geldi, daha doğrusu aradı, son yarım saat, durumu anlattım, 'Dur dur bende ucundan yediğim bir muzlu rulo pasta var,' dedi, koştu getirdi -telefondayız bu arada- 'Mavi beyaz da bir doğumgünü mumu buldum ve yaktım,' dedi. Ben dileğimi diledim, o mumu üfledi. Sonra ben iki tekila shot attım ikimizin yerine. Son dakikada da olsa herhalde en ilginç doğum günü kutlamamı gerçekleştirmiş oldum.

Bu arada Godot'yu hala bekliyor ve endişeleniyordum, yorgunluktan uykusuzluktan ölmeme rağmen 3:20'ye kadar bekleyip yattım. Beklediğiniz şey meltem sanırsınız ama o bir esin, bir esin'tidir bazen.

Geçen sene daha kolaydı, öğleden sonraya kadar ağlayıp bir anda kendime kızdım ve gittim Rapunzel'e dönen saçlarıma abuk subuk bir adam tırmanmaya kalkmadan saçlarımı kestirdim. Arkadaşlarım beni yemeğe, sonra pasta kesmeye götürdü, nihayet mideme gerçek bir yemek girmiş oldu. Acım daha çok yeniydi, daha çok sarsıktım ama o gece mutlu oldum, evden çıktıktan sonra hiç ağlamadım, eve gelince de. Balonum bile vardı.

Bu sene sanırım yarısını ağlayarak geçirdim, koltuğumda oturup aynı elbise üzerimde Sapan'ımla, Esin zillisi ile konuşarak geçirdim. Ertesi gün uyandığımda çok üzgündüm. Hatta ağlıyordum. İçim garip bir şekilde yanıyordu. İlk defa bir doğum günümü hiçbir arkadaşımı görmeden geçirmiştim, belki ondan.

Ne zamandır görmek istediğim ve bir türlü görüşmeyi beceremediğimiz bir dostumu aradım, meğer bu zamanı beklemişiz. Aynı akşam üzeri başka arkadaşlarımı görüp komik bir pastalı kutlama daha yaptım, içimden öyle geldi. Bir önceki gün içimde kalmış demek, ölmüş annem ve babamın bile doğum günlerinde seremoniyi hazırlayan ben kendim için bir şey yapamamanın getirdiği huzursuzluğu atamamıştım.

Godot hala gelmedi, Cyrano nerede? Biri cevap versin!

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Doğum sancıları

Bugün benim doğum günüm. Aslında henüz değil, henüz daha doğmadım ben.

Sevgili annecim,

Şu an karnından çıkmaya çalışan benim tekmelerimle hastaneyi inletiyorsun. Bir komşumuz 'Bu kızcağızın burada kimsesi de yok, tayini yeni çıkmış, akrabası yok, ne yapacak,' diye doğumhanenin önünde seni bekliyor. Hastane çığlıklarından yıklıyor. Herkes komşumuz olan boncuk gözlü babaannemi annen sanıyor, oysa senin annen yok. Kimsen yok. Benim de yok. Aslında hep kimsesizdik.

Şu an benim olduğum yaştasın. Evleneli bir sene olmuş. Günlerden yine cumartesi, herkes hala hayatta olan manevi babaaaneme 'Kızın mı?,' diye sormaya devam ediyor. Canım boncuk gözlü babaannem endişe içinde doğumunu bekliyor. Acıdan bayılmak üzeresin. Tekmeler gece başladı, apar topar koştunuz hastaneye, zaten daha taşınalı ne kadar olmuştu ki o evinize? O zamanlar herkesin her şeyi olan komşularımız vardı, o zamanlar farklı zamanlardı.

Daha acı çekeceksin anne, ben gün ağarırken ancak geleceğim. O anki duygularını kimseye tarif edemeyeceksin, babam da öyle. Babam bana bir şiir yazacak. Minicik bir kağıda. Adım çok öncesinden belli. Yıllar öncesinden kızım olursa diye bir öğrencinin o zamanlar ünlü olmayan adını seçmişsin bana. Şimdi herkeste var. O zamanlar yoktu, o zamanlar özeldim. Belki hala öyleyimdir.

Babamın yazdığı şiir umarım bir yerlerden çıkacak.

Bana bir ay dokunamayacaksın, kedi yavrusu kadarım, üst komşumuz ciciannem bir ay boyunca kundaklayacak, bakacak bana. Annen yanında yok, öz annen 6 yaşından beri yanında yok, o yaşta annesiz kalmışsın, diğeri ise sen bana dört veya beş aylık hamileyken  'Ben ayağımı kırdım sen gelmedin,' diye sitem etmiş. Bana hamileyken aylarca ağlamışsın. 'Kendi annem olsaydı, kendi de anne olsaydı yapmazdı,' diye. O dönem yollar şimdiki gibi değil, anneannem uzakta. Nasıl gideceksin? Düşebilirim, çocuğunu düşürebilirsin, sen benim düşmemi istemiyorsun, hiç istemedin ki. Annemsin sen benim, bir anne çocuğu düşsün ister mi? Benim annem istemez, benim annem şu an gerçek bir melek ve tekrar ayağa kalkmamı bekliyor. Çünkü düştüm ben, içe kapaklandım.

O kadar sıkıntı yaşamışsın ki bu durumdan ötürü, sonra o sıkıntı sana göre bana yansımış.

Doğum sancılarını hissediyorum anne. Günlerden yine cumartesi, beni doğurduğun yaştayım.

Ve ben yeniden doğmak istiyorum.Saat şu an 01:20, üç saat kadar dayanmak gerekecek. Ben doğacağım ve biraz sonra ezan okunacak.

Üç mum eşliğinde yazıyorum bu yazıyı sana. Babama. Kendime. Üç farklı yerde aynı ateşte yanıyoruz, hepimizi kutsuyorum. Mumlarınız içimde hep yanıyor. Kendileri sönene dek de yanacaklar. Sizi çok seviyorum.
 
Bugün benim doğum günüm, sarhoş değil gözü yaşlıyım, her zamanki sandalyemde, annemin beni doğurduğu yaştayım.

1 Temmuz 2012 Pazar

Anne ben hoşaf içtim...

Halbuki bir daha nasıl içerim diyordum... O geceden sonra, kan kusup da hoşaftan oldu dediğin son gecenden sonra, nasıl içerim diyordum, köyde önüme hoşaf konduğunda durakladım, çok uzaktan akrabamıza o geceyi anlatım, bence hiçbir şey anlamadı. 'Ne hoşafı?' dedim, 'Erük,' dedi. İçtim.

Anne ben hoşaf içtim. Artık hiç içemem sanmıştım. Bana bir şey olmadı....

30 Haziran 2012 Cumartesi

Sorry mama, but tonight I am cleaning out my closet...

Aslında 21'inin gecesi yazacaktım bu yazıyı, sonra 22'si oldu, 23'ü oldu, oldu da oldu.... Araya bir sürü ekstra sıkıntı, dert girdi. Hayat devam ediyor derler ya, hayat devam etti.

Aynı geçen sene Zincirlikuyu'dan alıp feribotla götürür gibi götürmek istedim, deniz otobüsü ile gittim, bu sefer sensiz. Akşam olmuştu mezarın(ız)a vardığımda, vapura bindiğim andan oraya gidene kadar hüngür hüngür ağladım, geçen seneden çok ağladım. Bir ara Dario Moreno ipod'dan bir şarkı ile içimi yaktı, Hatıralar hayal oldu, içeriğinde değilim, sırf şarkının adı yeter, o an gözlerimdeki yağmur boşandı.

O geceyi annem ve babam için emek verdiğim evimde geçirmek istedim, manevi bir anlamı vardı, ne bileyim gecenin getireceklerini... Bunlar maddi olaylar veya değil, bir sürü sorunla cebelleştim, en son nefes alamaz oldum ve bu tarafla cebelleşmek için buraya bir nevi kaçtım...

Orada cuma, cumartesi evin sorunları ile uğraşmakla geçti. Sonra pazar günü bir ablam annem ve babamın mezarını görmek istediğini söyledi. Mezar başında dertleştik, annem artık biliyor ona neden kızgın olduğumu, neden uzak kaldığımı, neden kırıldığımı... Hepsini biliyor. Ve benimle mezara gelen, fotoğraflarını gösterene kadar tanımadığını zanneden ablam da biliyor, hiç tanımadığını sandığı, sırf benim annem babam oldukları için ziyaret etmek istediği insanları tanıdığını da biliyor. Karşılaştıklarında annem babam sağlıklı olduğuna göre ben daha çocuğum, ben hatırlamıyorum.

Ben anlatırken onun da duyduğunu, beni izlediğini düşünerek gülümsedim. Aklıma geçen sene geldi, daha çok yeniydi, İstanbul'a dönmüştüm, duş alıyordum. Annem yıllarca saçlarımın nasıl olup da fayansa yapıştığını gidere akmadığını veya az aktığını merak ederdi, içimden 'Şimdi biliyorsun anne,' dedim ve gülümsedim. Annen öldü ve sen çıplak kaldın. Artık dökülen saçları kolay toplamak için vücudundan alıp fayansa yapıştırdığını biliyor. Yıllarca hep merak etti, hiç anlamadı, ben de hiçbir şey söylemedim.

Sonra aklıma son dönemlerinde ettiğimiz bir kavga geldi, sebebi küvet gideri, annem ben banyodan çıktıktan sonra beni gidere koyduğumuz ekstra gideri, o metal şey -çünkü kendisinin yok- atmakla suçladı, bir sürü şey saydı. 'Anne, neden böyle bir şey yapayım, niye atayım,' dedim. Hiçbir şekilde dinlemedi. O kadar çok bağırıyordu ki oturup ağlayacaktım, sinirden titriyordum, halbuki banyodan yeni çıkmıştım ve sakin olmam gerekiyordu, lodosimou'yu buldum msn'de, ona anlattım, bence hiçbir şey anlamadı, sonra sanırım ağladım. Halbuki bir saat sonra pompanın içine sıkıştığını görecektim. Gösterdim, bir şey demedi. Özür dilemedi. Hiçbir şey demedi. Hastalığına verdim ama ne kadar zordu, ne kadar zordu sevdiğin insanın aldığı tedavilerle bambaşka birine dönüştüğünü izlemek, ne kadar zormuş en sevdiğinin günden güne ölüme yaklaşmasını izlemek, öleceğini bilerek yaşamak. Ben kendime ne kadar yüklenmişim, ne kadar boşuna suçlamışım, aldığı tedavilerden dolayı bozulan sinirleri, psikiyatra götürmek istediğimde klasik 'Git sen tedavi ol,' demeleri... Hiçbir şey yapamamak. Acı çektiğini görmek ve hiçbir şey yapamamak. Ne kadar zor, bilir misiniz?

Dün Entu ile çektiğimiz fotoğrafları bilgisayara yükleyeyim dedim, arkadaşımın geçici verdiği netbook'u kullanıyorum, laptop'ım serviste, bir garip çıkardı her şeyi, aramak zorunda kaldım, tam fotoğrafları buldum, yüklemek için tıkladım ve fotoğrafların altında annemin son dönem çekilmiş koldan ibaret bir fotoğrafını gördüm, mosmor olmuş, delik deşik ama hala dik, hala direnen kolunu, üzerinde benim mavi tişörtüm var.... Ağlamaya başladım, halbuki Entu modumu biraz da olsa değiştirmişti. Hayat, beni neden yoruyorsun?

O fotoğrafları çekip annemin en fazla yüzünün yarısını bile çekmemem, yoğun bakımdan önceki gün arkadaşımla beraber çektiğim fotoğrafında fotoğraf çekilmesini sallamayıp yarım yurum görünmesi ve son fotoğrafının, dijital kayıtlarda olan, o olması...

İnsan sevdiğinin göz göre göre ölüme gittiğini görse bile konduramıyor, benim gözümdeki son görüntüsü ise beyazlar içinde son uykusunu uyurkenki hali. Saf bir huzur hali. Sonra bir daha gördüm yüzünü, artık yaşamıyordu, çektiği çok büyük acı yeni dinmiş gibi bir ifade. Ama ben en son o beyazlar içindeki meleği hatırlıyorum hep. Son uykusuna yatmış meleği.

Sonra ayın 25'i oldu, 25 mayıs babamın ölüm yıl dönümü, 25 haziran Kazım'ın, 20 haziran annemin... Bunu fark ettiğimde kendimi babamın ve elbette aynı anda annemin mezarına attım. Kazım'ı ancak orada anabilirdim sanki. Hemşerisinin yanında, belki yukarıdan beni izleyip babamla horon teperken...Keşke!

Ertesi gün Bursa'daki son günüm oldu, bu taraf çok karışmıştı, cam kırıkları açık pencereler, dönmem gerekti artık... Dönerken yine deniz otobüsüne gidiyorum, eminem dedi ki:

I'm sorry mama
I never meant to hurt you
I never meant make you cry
but tonight, I'm cleaning out my closet
one more time

Şimdi eşyaları ayıklayıp evimi gerçekten benim evim yapmak için büyük bir çaba veriyorum, gidecekler, edecekler... Aklıma o şarkı geliyor, pazar günü mezar başında ablama anlattıklarım geliyor, hayat şaka gbi şarkıları karşıma çıkarıyor. Cleanin' out my closet...

Anne, özür dilerim, seni asla incitmek istemedim, seni asla ağlatmak istemedim ama bu gece bir kez daha pandora'nın kutusunu boşaltıyorum. Üzerim(iz)de yük kalsın istemiyorum ve sana dair şeyleri atarken ağlıyorum.

Her gün bir şeyler gidiyor gitmesi gereken... Yeni yaşıma "hafif" girmek istiyorum. Beni doğurduğun güne denk geliyor bu sene. Hayata yeniden başlamak istiyorum.

Her ölenle biraz daha ölünür aslında

Ölenle ölünmez derler ya, aslında her ölenle biraz daha ölünüyor, ta ki kişi kendi ölümüne ulaşana kadar...

Ben bu yazıyı sana yazdım, kim olduğunu bilmediğim sana, aslında ben yazmadım, sadece o acının içinde, kenarında, köşesinde ben de varım. Hayatta ne çok acı var.... Hiç kimse yaşamasın diye dilediğimiz ne çok acı... Bu yazıyı sana "o" yazdı:

"'99 yazıydı, bir sene önce babamı kaybetmiştim kanserden ve senin kanser olduğunu öğreneli 4 ay olmuştu yaklaşık. Doktordan beraber çıkmıştık, elele. Yürüyememiştim ben, zangır zangır titriyordum. Sen teselli ettin beni, ayağa kaldırdın geri. Dört ay sonra ben seni kaldıramadım, gücüm yetmedi.

4 ay her gece dualar ettim ölme diye, eğer illa ölecekse biri ben olayım diye. Olmadı, sen öldün. Ben kaldım. Ben seni mezara koydum ellerimle, üzerine toprak attım. Toprak kokusunu ne çok severdin sen. Yağmur yağmaya başlayınca yürütürdün beni sokaklarda. Keşke daha çok baksaydım yüzüne o yürüyüşlerimizde.

Sen gittikten sonra çok değiştim ben. Vicdansız oldum, umursamaz oldum. Korkusuz oldum diyemem çünkü şimdi düşününce o hissettiklerim de umarsızlığın bi parçasıymış. ''En fazla ölürüm'' diye düşünerek saçma sapan şeyler yaptım. Ölmedim. İlaçlar verdiler bana seni unutayım, acım azalsın diye. Almadım hiç birini. Senin acın geçsin ister miyim ben hiç? Senden bana kalan tek şey o. Hiç kaybolmayan bir burun direği sızlaması.

Birçok insanın başından korkunç olaylar geçiyor, geçmiştir. Buralar iyice kötü oldu zaten. Yine de kimse sevdiğini gömmesin elleriyle. O mezara sevdiğini bırakıp çıkmak çok zor, ne kadar dua etseniz de ölüp kalmıyorsunuz orada.

Sana verdiğim sözlerin çoğunu tuttum. evlendim, bir kızım oldu. Senin adını verdim. Seni hiç unutmadım, hep gülümseyerek andım. Sadece eskisi gibi neşeli olamadım, olamıyorum. İçerken arkadaşlarla gülüp eğlenirken, biraz arkadaki masada seni görüyorum. Kadeh kaldırıyorsun benimle. Yaklaşabilsem sana keşke. Zırt pırt kalkmaz o kadeh diye kızsan bana, sırf sen bu lafı et diye yaptığımı bile bile. Bi damla yaş akıyor işte, tutamıyorum.

Yıllar geçti hep aklımda o soru. nasıl olurdu? Hiç bilemiycem, kavuşamamakmış aşkı yaşatan belki. Kimse yaşamasın ama, bilmeyiversinler.

Bir kez daha hoşçakal, eskiden gülen gözlerimin sebebi."

Behçet Aysan der ya, 'Her şey geçer, aşk da, acı da, ölüm de, tortusu kalır.'

Ezberden yazmıştım, kitaba baktım, şiir Tortu:

"her şey geçer
aşk da
acı da geçer, ağla-
maklı bir şarkı
ayrılıkların
üzerinden.

....

tortusu kalır"

O kalan tortu yeri gelir insanın içini çok acıtır.


29 Haziran 2012 Cuma

Horon teptim senin için ela gözlüm

Başlık Soner Günday'ın Orçun Kunek karakterinden bir parça gibi göründü bir an.

Bugün nedense zırlak bir günümdeydim, her şeyi baştan deşiyorum, evi sadeleştirmeye çalışıyorum, tahammülüm kalmadı. Aldım elime bir çekmece, içinde zarflar, içlerinde annem ve babamın ayrı ayrı öğretmen kartları, babamın branşına matamatik yazmış meb, ayrıca köyüne borç yazmakla kalmamış, annemin göz rengini ve boyunu sormuş, bir santim de kıyak geçmiş anneme boyda.

Bunlara ve pul koleksiyonuna bakarken bir zarftan birkaç fotoğraf çıktı, babam, arkadaşları, babam horon tepiyor, çok hoşuma gidiyor o fotoğraflara bakmak, horon teperken yüzündeki o mutluluğu görmek...

Bugün ise ağladım, annemin kalan kredi kartlarını kestim attım, öldükten sonra kısa bir süre içinde tüm borçlarını ödemiştim. Hayatı boyunca bitmedi diye çok üzüldüğü borçlarını.... çekmecesini ayıklamaya başladım. Geçen sene artık yürüyemeyecek durumda olduğu için girdiğimiz yol üzerindeki rumeli köftecisinin fişi, 9 mart... 21 şubat biyopsi için devletin ödemediği 83 liralık malzeme parası... ama esas içimin kartları keserken bu kadar acımasının nedeni devlete yirmi küsur yıl hizmet etmiş bu idealist öğretmenin cüzdanında sadece dört adet 25 kuruş ve bir adet de 1 kuruş olmasıydı sanırım. O cüzdanı saklıyorum, saklayacağım.

Neyse, ben babamın horon fotoğrafına bakarken üst komşum seslendi, 'parkta konser varmış gitmek ister misin?' diye sordu. 'Kim?' 'Karadenizli bir grup Kazım Koyuncu'nun eski grubuymuş,' dedi. Olduğum gibi şişmiş gözlerle fırladım. Zuğaşi Berepe?

Meğer grup Entu imiş, hemşince karşı demekmiş. Çok şeker bir vokalisti varmış. THY çalışanlarının da orada olması çok güzeldi, insanlara esas dertlerinin ne olduğunu anlattılar bir kez daha. Tişörtleri çok manidardı.

Ben gider gitmez göreyim grubu derken sahnede horonda buldum kendimi, kanda var ya, iki ayak hareketine bakınca kapıyorum. Bol bol horon teptim, babamı düşündüm, görse ne kadar hoşuna gideceğini... evdeki ağlak modumdan birdenbire sıyrılmıştım çünkü dışarıda olmak iyidir.

Sonrasında grubun vokalisti ile de paylaştım, gerçi aşırı özet geçtim, 'babam 17 annem 1 sene önce öldü, evde ağlıyordum, babamın horon teperkenki fotoğrafını gördüm ve o an komşum beni buraya çağırdı, karadenizli olduğunuzu duyunca koştum geldim, tüm modum değişti,' dedim. 'Önemli olan da bu zaten hayat devam ediyor,' dedi. Ne bilsin babamın ölümünü yeni kabul edebildiğimi, annemim ve babamın ve Kazım'ın aynı hastalıktan öldüğünü ve yaslarını yeni yeni tam anlamı ile tutabildiğimi... Lafı uzatmadım, o sözleri söylerkenki cesaretlendirici tavrı bana yetti. Ben sadece bilmesini istedim çünkü kan garip bir şey, çekiyor.

28 Haziran 2012 Perşembe

Hayat benimle dalga geçiyor...

Geçen sene doldurduğum bir sanığı içindekileri havalandırmak için açıp temizleyeceğim, defterler, notlar, kitaplar... aklınıza gelebilecek her şey... Gözüm annemin sakladığı bir kenarı kırmızı şeffaf dosyaya kayıyor, benim ilkokul testlerimi barındıran dosyalardan biri ve gözüme takılan cümle:

İlk soru, uzun bir metin ve soru şöyle:

Aşağıdakilerden hangisi öğretmenin özelliklerinden biridir?

a. Mustafa'yı çok seven biri olması

Öylece kalakalıyorum, cevap a, cevap her zaman a idi, hayat benimle taşak mı geçiyorsun?

Arka fonda who wants to live forever çalıyor ve bu parçanın çaldığını fark ettiğimde duyduklarım en can alıcı kısmı parçanın:

Touch my tears with your lips
touch my world with your fingertips...

27 Haziran 2012 Çarşamba

O kadar yorgunluktan sonra, yeniden


21 Haziran'dan itibaren çok şey yazacağım, eve geldiğimde gördüğüm manzara hala beni yoruyor, hala çok uykusuzum, cep telefonumu kapatayım da kimse rahatsız etmesin derken bana bağırıp telefonu suratıma kapatan arkadaşım eve hırsız girdi endişesi ile eve girip onca yorgunluğun üzerine daha 5 saat uyumadan uyandırmış bulundu, ben sabaha kadar cam kırıkları temizledim yoldan gelince, yoldan dün geldim. Geçen zamanın notunu düşmeden önce kendimi hypnos'un kollarına bırakıyorum ki;

May the moon renew your energy while you're sleeping,
and the sun give you radiance through the day.
May the rain wash away all your troubles,
sending you a rainbow to show you the way.
May all your worries be small ones,
and your shadows be lightened by stars,
and your heart feel as light as a snowflake,
feeling happiness wherever you are.

Kedith: O kadar yorgunluktan sonra niye okunamaz hale gelmiş bu yazı anlamadım, düzeltiyorum.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Birbirimizi üzmemek için konuşmuyorduk

Günün en vurucu cümlesi bu sanırım.

Nasıl bir yıldönümüydü? Tabula Rasa özlemi ile dolu bir gün diyebilirim.

Tüm kışın kabusunu üzerinde taşıyan halıları hazır yokken yıkatmaya vermek için beklerken sabah elime kan duyuruları zamanındaki kağıtlar geçti, haydefineysin, Batuhan Ersöz... bir sürü isim...

Bugün bir dönüm noktası olmalıydı. Nasıl? Bilmiyorum. Sadece geçen seneye baktım ve nasıl bir kabusun, nasıl bir pusun içinde olduğumu gördüm, kendime yüklenmiyorum derken bile kendime ne kadar yüklenmiştim. Yaşadıklarımın kolay olmadığını kabul etmek neden bu kadar zordu?

Her şeyi temize çekmeye çalıştığım için laptop'ımı da bugün servise vermeyi düşünüyordum ama içini boşaltamadım, derken annemin ahretliğinin fikri olan annemin yıl dönümünde toplanıp çekirdek kadro bir dua okuma seremonisine geç kaldığımı fark ettim.

Niyetim helva kavurup dağıtmaktı ama eve yarımda gelince öyle olmadı. Bu niyetle verdiğim tek şey komşum bilişim dergisine kablo desteğini iade ederken annemin bir sır gibi sakladığı Efes dark'ı vermekti. Niye öyle saklamış hiçbir fikrim yok, Efes içmem ki ben. Değişik bir dağıtım oldu ama onun yüzünden... Sanırım hep merak edeceğim niye orada ve niye öyle sarılı olduğunu.

Evden bir koca torba yün çıktı, rutubet sorunundan nasibini almış, bir bilene sordum, koy çöpün yanına alan alır dedi, öyle yaptım.

Sonra yıllar önce annemle konuşmak için edindiğim avea öğretmen hattı, ki sonra kontörlü olacaktı ve kapatma isteğimi kabul etmeyeceklerdi, annemin telefonuna yerleştirdiğim ve asla dokunamadığım için nihayet kapanmıştı. Kartını kırdım, attım. Annemin telefonunu da önce bir kıyıya bıraktım, sonra içinde belki telefona kayıtlı bana dair bir mesaj vardır diye geri aldım, aylardır şarj edilmediği için bilemiyorum ama yeni hattımı takmak da istemiyorum. Telefonu ihtiyacı olan birine vereceğim. Yol ortasına bırakmaktan vazgeçtim.

Bu yazıyı yazmadan önce dünkü yazıyı yazarken eriyen mumların yerine yeni şamdan mumları koydum, keşke annneler günü indirimde daha fazla şamdan mumu alsaymışım. Sonra mutfağımı temizledim ve türk kahvemi aldım, annem çok severdi.

Dua seremonisi beklediğimden keyifli geçti, bir kere kısaydı, gereksiz yere uzun değildi, zaten görüşmek isteyip görüşemeyen çekirdek kadro görüşmüştük. Hazırlanan sofrayı görünce inanamadım, ben kendimi zor götürmüştüm.

Annemin ölümü üzerinden bir yıl geçtiğine ve bu nedenle orada toplandığımıza da inanamadım. Zaman çabuk geçermiş, ben eğilir bükülür sanıyordum.

Bu seremoninin esas fikir sahibi hastaneye kaldırıldığından o yoktu. Bana başka bir güne ertelemek isteyip istemediğim soruldu. Benim için her şey olması gerektiği gün yapılmalıdır. Başka türlü anlamsız buluyorum. Dedim biz yine de yapalım.

Geceyi hastanede sonlandıracağımı ben bile bilmiyordum, annemin ahretliği tabir ettiği hastanede yatan ablasına gittim, kan takılması gerekiyordu ve kan takılırken yanında birisi olsun istiyordu, dört çocuktan kimin gideceği muallaktaydı.

Ben uğradığımda kan yeni takılmıştı, seremonimizi yaptık, onun için ve annem için önemliydi, kan bitene kadar kaldım ve neredeyse 3 saat sürdü bir ünite kan... 5 numara kaldı yanında kısacası.

Böylece ne helva, ne laptop ve harici hdd sorunu, ne başka bir şey. Lali'nin hayatında yine bir hastane vardı, sadece bu sene gün başlarken değil biterken.

Annemden konuştuk bol bol, herkese annemin fi tarihindeki sağlık karnesi fotoğrafını gösterip fotoğrafta kim olduğunu sordum. O fotoğrafta ben de vardım, karnında...

Annemle iletişimimiz bir türlü olamadı bizim, geçen sene uzun bir yazı yazmıştım, belki cesaret edip elimi götürmeliyim ve buraya eklemeliyim şimdi.

"dün eve giderken ayaklarım geri geri gidiyordu, hırlının tek yapamadığı ölü kediyi gömmek... bana kaldı, mecbur döndüm, anneme demedim üzülmesin diye, gece kriz ondan gelmiş, hissetmişim demek... eğer bir şekilde kan değerlerini yükseltebilirlerse dalağı alacaklar çünkü yıkım orada oluyor(muş) elbette ameliyattan çıkamama riski yüksek ki ameliyata girememe riski de yüksek, her an kaybedebiliriz dedi doktor biraz önce. o velcade'ı uygulamayacaklardı zevalin'in üzerine, radyoterapi vereceklerdi ama iliğe dokunmayacaklardı... velcade'ın en sık görülen yan etkisi trombositopeni iken sırf denemek için uygulandıysa allah belalarını versin ne diyeyim. öyle bekliyorum şimdi. yapabileceğim her şeyi yaptım...

(deliberte, 10.06.2011 16:28)"

Esas yazıyı ise cumartesi gece yarısı perdeleri çekip annemin servis yatağında hüngür hüngür ağlayarak yazdım:

"dün yarım yurum bir şeyler yazmışım. anladığım kadarı ile herkes de zannımca patlamış kulağıma saygı gösterip gelişmeleri buradan takip ediyor. ben nasılım? bilmiyorum... anlamsız.

dün ben neden taksiciye o kadar sinirlendiğimi yazmamışım, hastaneye geldiğimde annemin yatağı toplanmıştı, telefonu yolda aradığımda cevap vermiyordu. 10 gibi telefonda konuşmuştuk, 10:30 sularında masif bir kanaması olmuş, tansiyonu düşmüş, o halde bile kızıma söylemeyin, panik yapmasın iyiyim ben nasılsa yolda geliyor demiş. o gece normalde 2 3 defa tuvalete kalkan annem hiç uyanmamış, bana atak gelirken iç organlar ince sızı kanamaya başlamış meğer... anneme bir şey oldu, anneme bir şey oldu korkusu gerçekmiş... abdala malum olur ya, işte ondan... o nasıl ilk acil gecemizde, hevipeyra'nın koşup trombosit verdiği, hırlımın çok üzüldüğünü bana söylediyse ve ben hırlı ile konuştuğumda annemle hiç konuşmamış olduğunu öğrendiysem ben de onu hissediyorum. anne sonuçta, canından bir parça...

ben annemle yaşayamayı hiç beceremedim, çok bocaladım, bazılarınızla sıkıntılarımı paylaştım, başka şansım yoktu, hastaydı ve benim annemdi. son dönemlerde ikimizin de sinirleri iyice yıpranmıştı, ben bazılarınızın duvarlarına ağladım. uncomfortably numb'ım. çok yorulmuştum, ne yapacağımı bilmiyordum, çok zorlanıyordum, üzülmesin diye belli etmemeye çalışıyordum ama saklayamıyordum da. son on küsur seneden sonra ben de pek sağlıklı kalamamıştım. niye yazıyorum bunları? bilmiyorum. belki o uncomfortably numb halimde kafamdan geçenler, kafamdan geçenler yüzünden duyduğum suçluluklar, elimde olmayan çıkışlarım, hem engel olamamam hem de acayip suçluluk duymam, bir ortasını bulamamam... artık sonlara yaklaşmış olduğumuz gerçeği, artık sağlığı ile ilgilenemiyor olmam, elimde olmaması çünkü kendi sağlığımla bile ilgilenemiyor olmam... ve en acısı da bunların içimi kor bir demir batırılmış gibi yakması...

anneme durup da hayatın kenarından baktığım her an çektiği acıları, annesizliğini, ailesinin ilgisizliğini, yıllar sonra zengin biri okuttu etti diye sırf parası(?) için iletişim kurmaya çalışmaları, bazılarının niyetini belli etmesi, bazılarının etmemesi, etse de annemin anlamaması, en yakınlarına yıllar sonra kavuşmuş olmanın getirdiği mahçup hüzün... annemin 5 yaşındayken ayrıldığı evine gitmiştik, gerçek evine, doğduğu büyüdüğü eve, annem her yeri hatırlamıştı, şurada şu burada bu diye ve aradan 50 yıl geçmişti, tam 50 yıl, yarım asır... ruhsuz ve lanet yengem bile duygulanıp ağlamıştı, annem çocuk gibi sekiyordu, onu hiç arayıp sormamış abilerinde ablalarında teselli arıyordu, benim içim acıyordu... çocuğummuş gibi bağrıma basasım geliyordu, yapamıyordum, hiç yapamadım...

belki de hiç yapamayacağım çünkü dün hastaneye vardığımda annemi yoğun bakıma almışlardı bile. önce hafif bir kanaması oldu, orada daha iyi olur bakılması dediler, sonra trombositler dalakta yıkılıyor, hiçbir tedaviye cevap vermedi bu durumda dalağı almamız gerekiyor ama kan değerlerinin yükselmesi lazım dediler... sonra bir doktor benimle çok önemli bir şey konuşmak istedi, o an her an kaybedebileceğimizi, dalak ameliyatına hazır hale getirilmeden bile sürenin dolacağını söyledi.

biliyorsunuz, bu lanet hastalıkla uğraşırken sonun kan ve seruma bağlayacağını biliyorsunuz ama yine de benim annem mücadeleci ki! öyle ki sevil bavbek'e gittiğimizde annemin lenfoma tipi mantle cell lenfomanın normalde 3 ayda götürdüğünü, non hodgkin olduğu, yani çok yavaş yayıldığı için şimdiye kadar geldiğimizi söyledi. daha sonra o acile yatma leylalığında arkadaşım aradığında ise artık bana getirmeyin diyecekti. çok garip bir şey söyleyeceğim, bu sözler beni üzmedi, sinirlendirdi. kimse kimsenin biletini kesemez, babam için, ki son evre ve metastas yapmıştı kanseri, bir aylık ömrü kalmış demişti o pezevenk doktor vakti ile, 4 sene yaşattık, annem babamı 4 sene yaşattı, akciğerdeki metastas ilk kontrolde kaybolduğunda doktoru inanamadı. beynine sıçrayan kısımdaki tümörü alan aykut erbengi'yi hiç unutmayacağım dedim çocuk halimle ve hiç unutmadım. emeği olan, geri çevirmeyen kimseyi unutmadım...

şu anki durum biliyorum ki kriz masası, kemik iliği o lanet olası ilaçlardan ötürü baskılanmış durumda ve bunun ne kadar süreceği belli değil, hep derim, hep yazarım, kanser değil tedavisi öldürüyor diye. yalan değil. uygulanan yüklemelere ve tedavilere cevap vermiyor ve bu şekilde yüklenmeye devam edildiğinde vücut verilen kanı kabul etmemeye de başlayabilir, dalak çıkarma operasyonu normal bir itp hastası için çok basit ve yüzde 95 başarılı iken annem gibi sürekli kanayan bir hasta için ölümcül risk taşıyor, bir yandan olmaması da risk taşıyor, alınmazda ne kadar devam edebilir bilmiyoruz, alınırsa da ne kadar devam eder, onu da bilmiyoruz. buradaki doktorlar çapa'dakilerin aksine iyileştirmek için epey çaba sarf ediyorlar, bir yandan da gerçekler var. dün görmek istediğimde yatağında oturur ve su içer bulduğum, bana barış aferezleri tamamlamış diye sevinçle haber veren annemi her an kaybedebileceğimi, her saniyelik görüşte beni gördüğünde -kapının tam karşısındaki yatak şansıma, yoksa yoğun bakıma almıyorlar- el sallayan annemi her an kaybedebilecek olduğum gerçeği içimde öyle bir döndü ki içim dışıma çıkana kadar ağladım. dokunamadım bile, ya gerçekten giderse, sarılamadan giderse? bana iki üç ay önce birdenbire ağlayarak sana hakkımı helal etmiyorum, düzenli beslenmiyorsun diyordu, valla düzenli besleniyorum anne, açlık hissetmememe rağmen bir şeyler yiyorum, ilaçlarımı aksatmıyorum, yemin billa kendime bakıyorum anne, eder mi acaba hakkını helal, benimki zaten helal olsun, ne yaptım ki? ne yapabiliyorum ki? lanet hastalığın gün gelip annemi yeneceğini hiç düşünmedim. o o kadar güçlüydü ki, ilik naklinde transplantasyona üç gün kala, boynunda kataterle teyzeme kendine dikkat et, kendine bakmıyorsun diyebiliyordu telefonda, kan bağı bile olmayan teyzeme... o o kadar güçlü ki, dün ben zırıl zırıl ağlarken ece uyuyor mu diye sormuş, onlar da evet demişler, aman sakın uyandırmayın, çok yoruldu o demiş, o halde bile beni düşünüyor, benim yorgunluğumu düşünüyor. benim ne yorgunluğum olabilir ki? kolları delik deşik, vücudu mosmor megakaryositleri lüküs olan ben değilim ki, ben ne acı çekiyor olabilirim ki? kanamayla çamaşırlarımı batıran ben değilim ki, neyim yorgun olabilir benim? ne kadar yorgun olabilir? iki koştum, yuvarlandım diye mi?

bugün yorgunluktan bayılmışım annemin servisteki yatağına, yan yataktaki teyzenin akrabalar geldi, bu kızın da annesi çok ağır hasta dedi, o kız kim diye düşündüm, şaka yapmıyorum, o kadar yabancı geldi ki o durumda olmam kendime, benim annem çok ağır olamaz ki... daha bu öğlen başını tepeden sumo güreşçisi gibi bağlayıp yemek yiyordu, ev yoğurdu büyümix ruşeymli ekmek falan gönderdim. yaptığım ilk yoğurdu tadabildi ya, o da bir şey. sapık gibi bekliyorum koroner yoğun bakım ünitesinin önünde, volta atıyorum. belki de saniyeden bile kısa sürecek bir süre onu görebilmek için,içeri giren hemşireyi personeli, yemek zamanlarını... bir amca geldi dün, kızım böyl volta atarak olmaz otur dedi, meğer o da iki gün kalmış, bugün de oturuyordum, çok yorgundum ya da değildim, bilmiyorum, kızım bu ne hal yahu? ben üç saat bi gittim sonra geri geldim dedi... ah keşke! anneme dair son uyanık imaj sumo güreşçisi saç modeli ile -tanıyanlar canlandıracaktır- yemek yediği sahne, diğerlerinde hep uyuyor, kırmızı kan yavaş yavaş damlıyor ve annem uyuyor... ne garip ki uykular birbirine karışabiliyor...

"bu öğlen uyuya kalmışım. sen hikmet teyzenin saçını tepesinde topladığını söylemiştin ya, rüyamda hikmet teyze sumo güreşcisiydi ve biz onun en büyük maçına çıkmasından önce enerji versin diye habire suşi yapıyorduk seninle. bi ara somonumuz bitti, hiçbir yerde bulamayıp boğazdan olta salladık. sen uzun uğraşlar sonucu tuttun somonu, bu arada ben 1. köprü üzerinde tezgah kurdum ve sen tuttuğun anda suşiyi yapmaya başladım." *

annem şimdiye kadar giriştiği hiçbir mücadeleyi kolay kolay kaybetmedi, inadından çok çeksem de onu hayatta tutan da o inadı, yoğun bakıma giderken tansiyonum düştü geçer diyen kadın bu, saniye bile olmayan enstantanelerle anlayamıyorum ameliyat olması gerektiğini biliyor mu bilmiyor mu, durumunun giderek kritikleştiğini biliyor mu bilmiyor mu, benim ameliyatına onay verdiğimi biliyor mu bilmiyor mu... hiçbir fikrim yok, ne diyeceğiz ameliyata gireceği zaman? çıkmama ihtimali yüksek olan ameliyata girdiği zaman? nasıl diyeceğim ben hakkını helal et diye, artık düzenli besleniyorum desem anlar mı ki?

dün çok ağladım, şu an çok ağlıyorum. bilim diyor ki süre doldu, oyun bitti, son çıkışını yaptın yaptın... o da belki kurtaracak seni, düşürdüğün veziri o piyon belki kazanacak. bugün ise garip bir durgunluk vardı içimde, her şey iyi olacakmış gibi, benim gibi tek çocuk olan ablamın içinde de aynı his vardı, hikmet abla inatçıdır, bu oyundan da galip çıkacak, göreceksin.

bu gerçek olsun o kadar istiyorum ki, kan değerlerine sıçıp sonra destek tedaviye bile erinen, bana getirmeyin artık diyen, son bir buçuk aydır artık ölecek uğraşmayın tadında davranan herkese inat annemin kazanmasını istiyorum. mucizelere inanmak istiyorum, şu an kanser umrumda değil, kemik iliği çalışır hale gelsin istiyorum, onu her gün öldüren kanser değil, tedavisi... bu sınavı da başarsın, bu sefer de hayata tutunsun istiyorum.

dönmek var, ölmek yok anne...

(deliberte, 12.06.2011 01:42)"

Bugün kendime edindiğim annelerden biri olan annemin ahretliği ile hastanede annemden bahsederken aramızdaki iletişimsizliği açtık. İkimizin de yapamadığı, cesaret edememekten çok üzerim diye korktuğu bir şey vardı. Durumumuzla yüzleşmek, o nedenle yakınlaşamadık hiç. 'Geç değil Hikmet, hala yapabilirsin,' demiş.

'Yavrum ben hastayım diye beni üzmemek için içini bana açamıyor, ben yavrum hasta, üzülecek diye ona içimi açamıyorum.'

Fatma teyzeden duyduğum en vurucu sözler bunlardı, gerçek hep vurucudur ya, zamanın geri dönüşü yok. Sevdiğini söylemek lazım. Anne, baba, kardeş, sevgili, arkadaş, dost... Yarın burada olup olmayacağımızı kimse bilmiyor. Yarın yanına gideceğim ve hiçbir şeyim hazır değil henüz, tek isteğim eğer diktiğim laleler açmadıysa o toprağın üzerine yatıp kalmak.


 En azından onu çok sevdiğimi biliyordur artık, yıllar önce bir çalışma çıkışı bir arkadaşla iki bir şey içelim demiştik. Annem telefon açıp ağzıma sıçtı, neredeymişim, benim yüzümden uykusuz kalıyormuş, yok efendim ben gelmeden uyuyamıyormuş, ben onu uykusuz bırakıyormuşum, hasta ediyormuşum, benim yüzümden hasta oluyormuş... Telefon konuşması sırasında İstiklal Caddesi'ndeydim ve zaten dönüş yolundaydık, dediğim hiçbir şey karşıya gitmiyordu, sesim ulaşmıyordu. Evde korkunç bir gerginlik beni bekliyordu. O an yanımdaki arkadaşım 'Ona onu çok sevdiğini söyle,' dedi, o arkadaşıma ne kadar teşekkür etsem azdır, 'Annecim, ben seni çok seviyorum, dönüş yolundayım, geliyorum,' dedim. Bu belki ilk ve sondu. Annem sustu, konuşmadı, ağlıyordu. Telefonu kapattım. Eve gidince bir cehennemle karşılaşmayı bekliyordum, oysa annem çok sakindi. 'Hoşgeldin yavrum,'dedi. Pijamamı giydim ve yattık, beni suçladığı şeyler hakkında hiç konuşmadık, o dönem aynı odada uyuyorduk.

Bazen içimizde yumru gibi kalan bir seni seviyorum çok şey çözer, en azından kalpleri yumuşatır, duyan kişiyi mutlu eder. Bundan sonra en çok söylediğim şeylerden biri seni seviyorum olacak diye söz verdim kendime. Yarın kime ne olacağı belli değil. Kimin kontratı nerede nasıl sona erecek bilinmez.

Vasiyetim bir kenarda hazır. İçinde 'Sizi çok seviyorum eşşek sıpaları' yazıyor. Eğer diyememiş olursam, bir kere daha duysunlar...

19 Haziran 2012 Salı

Geçen sene bu saatler...

Aslında iyi gidiyordum, çok geç kalktım, umursamadım. Seneyi devriye için benden habersiz yapılan planlara katılmaya çalıştım, bir şeyler ayarlandı.

Sonra ben yokken hallolmasını istediğim şeylerden biri hallloldu, yani yarın olacak, diğeri de yolda, yani hallolması ama ben ne yaptım?

Saate baktım. Saatlere... Geçen sene bugüne bu saatlere, geçen sene Pazar günüydü, Emily yanımdaydı, ben hala koşturuyordum.

Hangi ara merdivenleri hüngür hüngür ağlayarak inmiştim acaba? Sonra laboratuara gidip sonuçlara bakıp.... ölümü gördüm.

Emily ben iyi hissedeyim diye yemeğe çıkarmaya çalışıyordu, bazen sizin o kişiye iyi geleceğini düşündüğünüz şey aslında onun için iyi değildir. En son ona arkadaşlarının yanına yalnız gitmesini söyledim kan merkezinde, yanında Turan abi vardı. 'Ağladın mı sen?' dedi, bir şey demedim.

Biz hala sanki ertesi gün annem ameliyat olabilecekmiş gibi kan peşindeydik, listeler aranacak kişiler.. Aslında çok korkuyordum, bir yandan ameliyatın pazartesi yapılmasının çok daha iyi olacağı, hocaların hastanede olacağı gibi gerçeklerle kendimi avuturken daha o hafta annemin ameliyatının yüksek risk taşıdğını biliyorum kağıdı imzalamıştım, işin kötü yanı sonra o da imzaladı, yani imzalamış. Ne hissetti acaba? Asla bilemeyeceğim...

Kan için koştururken yoğun bakım hemşirelerine bir ihtiyaç için gittiğimde beni içeri aldılar, diğer hastaların bilinci açık değil diyerek. Hasta var mıydı ona bile bakmadım, anneme baktım. Su istedi benden, iki bardak içti sonra bardağı ters çevirmemi rica etti. Kızlara yük olmasın diye onu bile söyleyememiş. Bardağım toz oluyor enfeksiyon kapacağım diye kim bilir ne üzüldü... Çok bitkindi, bebek gibiydi. Ben her zamanki üstün tiyatro yeteneğimle, bana bakıp gözlerimin içine 'çok sıkıldım,' dediğinde bu güzel kızların onunla ilgilendiğini, gözünün gönlünün onlara bakarak açılacağını, tamam, manzaranın bir galata kulesi olmadığını servisteki gibi.. ama en azından fıstık gibi kızların olduğunu falan ... söyledim.

'Çişimi yapamıyorum,'dedi, çocuk gibiydi, acılıydı, nasıl tarif ederim o ifadeyi bilemiyorum, o sözlerin söylenme şeklini ifade eden bir kelime sanki lügatta yok, bir insan en fazla nasıl çişini yapamazdı ki? Kanamadan sandım, sonra gördüm kasığına bağlanmış kateteri, idrarı şırınga ile çektiler. Kahroldum. Benim için, sırf benimle olmak için bunlara katlanmasına kahroldum. Tek bir kere şikayet etmedi. Tek bir kere...

Sonra midesi bulandı, belki de sıralama böyle değildir ama öyle hatırlıyorum, göz temasımız o ana kadar vardı çünkü. Kan kustu.... O zamana kadar metanetini korumuş ben o an ağlamamak için zor tuttum kendimi, hemşireler de öyle...

Peki annem ne dedi? 'Hoşaf içtim ondan oldu.' Hayatımda hiçbir cümle beni bu kadar kahretmemiştir, kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek bunun yanında hiç kalır... Biz normal kusmuş gibi davrandık, 'akşam yemeğini de içim almadı zaten, kendimi zorlayarak yedim,' dedi. O halde bile bir şeyler yemeğe zorlamış kendini hayatta kalayım diye.

'Anne,' dedim, metanetimi koruyorum, 'buradaki yemekleri yemek zorunda değilsin, canın ne istiyorsa söyle ben yapıp getireyim sana evden...'

Arkasına yaslandı, 'hiçbir şey istemiyorum, sağlığını istiyorum,' dedi. Gözüme bakıyordu ama gözüme bakmıyordu, aslında tam da o an ölümü görmüştüm yüzünde. Siz hiç kimsenin yüzünde ölümü gördünüz mü? Ben gördüm. 'Anne ben iyiyim, hatta çok iyiyim, hazır hastandeyken kan testlerimi yaptılar domuz gibiyim!' dedim. Annem yatmış ve kafasını öbür yana çevirmişti, bense üzerine eğilmiştim. 'İnşallah,'dedi. 'Kanıtlarım var, getirebilirim! Getireyim mi kan sonuçlarımı?' dedim. Bu arada annemin kasıktaki kateter dışında iki damarı açık kalabilmiş, ayağındakini cerrahi zor açtı, biliyorum. Diğeri de serçe parmağı. Serçe parmağı yahu! Kadının vücudunda girilecek damar kalmamış! Nasıl olabilir ki o ameliyat?

Serçe parmağından bulantı kesici yaptılar. Sonra annem yine oturdu bir şey için, yani yatmadan oturma pozisyonuna geldi, hiçbir iletişim kuramıyordum. Bebek gibiydi. Hayatın döngüsünü düşündüm, annemin altı bezli, üzerinde bir fanila, aletlere bağlı tansiyonu nabzı vs ve başında yeşil bone... Bonesinden öptüm. Hemşire kızlara 'boneyi değiştirirsiniz, öptüm ya mikrop kapmasın şimdi,' dedim. 'Aman ondan bir şey olmaz,' dediler, sanki her şey çok süpermiş gibi 'Annecim ben bu kan isteklerini halledeyim gelicem,' dedim.


Çıktım, her şey süpermiş gibi, yoğun bakımdaki o kapılar kapandı ve ben o sekiz katı duvarlara yaslanıp hüngür hüngür ağlayarak düşmeden nasıl indim bilmiyorum, tüm o süreç boyunca yoğun bakıma alındığı günün bir önceki gecesi, ben evde, o hastanede, mide kanaması geçirdiğinde bunu bilmeden aynı anda geçirdiğim panik atak dışında bir kez bile ağlamamıştım. Ağlayarak ve nasıl düşmediğime şaşırarak laboratuara indim. Orada doktor arkadaşım olduğundan beni tanıyorlardı. Cumadan beri kan sonuçlarını eksik gedik paylaşıyorlardı annemin doktorları, kan sonuçlarına baktım. Cumartesi kırmızı kan kanama olmadığı halde düşmüştü çünkü kan kendi kendini yıkıyordu artık. Her şeyimle ilgilenen doktor arkadaşımın cumartesi günü bana sinirle 'e peki niye düşüyor bu değer bir şey demiyorlar mı?' bağırması ondandı, annesi gibi sevdiği biri ölüyordu ve o bunu benden önce anlamıştı.

Laboratuar sonuçlarından cuma gecesi enfeksiyonunun çıktığını, wbc 32, ancak pazara 20 mi 18 mi neye indiğini gördüm, annem artık gelen kanı kabul etmiyordu, o wbc ile ameliyata girmesi mümkün değildi. Muallaktaydım, eve gitmek veya geceyi orada geçirmek...

Laboratuardan çıktım, artık ayakta duramayacağımı fark ettim, oturup kağıtlara sarılarak hüngür hüngür ağladım. Bilmiyorum ne kadar sürdü. Emily kan merkezinde beni bekliyor...

'Ağladın mı sen?' Ağlamak ne kelime mahvolmuştum. Ben anneme hep melek gönderirdim yoğun bakımdayken, Cebrail şifa meleğidir ve rengi yeşildir, uçuk yeşil kocaman bir melek annemin yatağının üzerinde kanat çırpardı kuvvetlice. İyileşecek, derdim. O gece çıkışta yine melek gönderdim, bu melek griydi, donuktu, kanatları kapalıydı, annemin yanı başında oturmuş bekliyordu, Azrail'di. Annem ölecekti, yüzünde gördüğüm ama kabullenemediğim şey bir kez daha yüzüme vuruldu. Artık kesin olarak biliyordum.

Emily'yi arkadaşlarının yanına yolladım, sanki olacakmış gibi ameliyat sonrası kanlar için koşuşturmaya devam ettim. Kağıtları yoğun bakıma götürdüm. Şanslıydım, kapı açılınca ilk annemi görüyordum, kapı açıldı, kızlar 'Bulantısı geçti, uyudu şimdi,' dediler. Annemi hayattayken en son görüşüm oydu. Bembeyaz, melek gibi uyuyordu. 'Ağzı kuruduğu için sizden sakız istedi,' dediler. Diş hekimi bir ablam annemin boynundan radyoterapi aldığı dönemlerden beri kuruluk yaşadığını bildiği için özel nemlendirici ve ağız temizleyici getirmişti ama alamamıştım. Kızlara gidip alabileceğimi söyledim, 'yorulmanızı istemiyoruz, sakız yeter,' dediler. Gittim karşı büfeden aldım, falım bişey miydi neydi. Hatırlamıyorum. Evin hala bir yerlerinde o sakız. Götürdüm, kızlar 'eve gidip dinlenin, daha fazla boşuna yorulmayın,' dediler. Saat 12'yi vurmuş ve ben kabak olmuştum.

Banu'yu aradım, taksideydim, hıyar taksici Banu'ya canım deyince dönüp baktı, karşının taksisi çıktı, bazen böyle söyleyin götürsün hiç konuşulmasın istersiniz ya, o olmadığı gibi üzerine bir de o halde yol tarif ettim... İnip başka taksiye binecek gücüm dahi yoktu. Banu'ya artık gücümün kalmadığını, kan kustuğunu söyledim, benim yerime onların ilgilenmesini rica ettim. Onlar ilgilendi. Ben taksiciye ağlayarak yol tarif ettim. Laf açmaya çalıştı, taksicilere notum: arkadaşımız değilsiniz bir şeyimiz değilsiniz, gecenin 12'sinde hastane önünden ağlayan bir kadın alıyorsunuz, size ne yarraaam size ne? açmayın muhabbet kusur kalsın! Hastanın neyim olduğunu sordu falan. 'Bu konuda konuşmak istemiyorum,' dedim. Mevzuyu kapattım. Bilmiyorum dışarıdan nasıldım ama içim ölmüştü. Bir süre sonra o da üzüldü, abla yardım edeyim'e döndü olay inerken.

Eve geldim, klasik çamaşır yıka bilmemne, bunları yaptım mı emin bile değilim, niye saat 2'ye kadar ayaktaydım, hiç bilmiyorum. Saat 2'de ancak yatabildim. Telefonum hep açık, koronerden arayanların numarası kayıtlı, üzerimde annemin geceliği var. Yorgunluktan ve üzüntüden ölüyorum. Hangisinden daha çok ölüyorum bilmiyorum....

Telefon çaldı, koroner, hemen açtım, saat 03:35...


Hemşire - Doktor hanım yoğun bakım önüne gelmenizi istiyor
Ben + Ağırlaştı, değil mi?
- (klasik tavır) biz bu konuda bilgi veremiyoruz, doktor hanım bilgi vermek için yoğun bakımın önüne gelmenizi istiyor acilen
+ ben acilen gelemem
- gelemem mi diyorsunuz?
+ yok ben hastanede değilim, evden geleceğim, sürer ama en kısa sürede geliyorum

Yine Banu ve Şenol koştu yardımıma, arayıp beni almalarını rica ettim ve ta Maltepe'den geldiler, hiçbir akrabam üzerimden vicdan temizlemeye kalkmasın şu yaşadıklarımdan sonra... Ben yapayalnızdım, benim kimsem daha önceden hiç tanımadığım insanlardı, annem dokuz, rakamla 9 senedir hastaydı...

 Lacivert kotum, anneme mutluluk versin diye aldığım always smile for me tişörtüm, ne giydiğimi biliyor muydum sanki? O kombinasyonu geçenlerde giymeye çalışıp başardım sanırım. 'Annem öldüğünde üzerimde bunlar vardı.'

Saat 4'ü çeyrek geçe içim yandı, annem annem diye ağlamaya başladım. Tam da o sıra kapı çaldı. Hemen uçtuk hastaneye, arkadaşlarımın da gelmesini rica ettim güvenliğe, karşılacağım şeyi biliyordum ama son nefesine yetişmek istiyordum... Yetişemedim.

Doktor yaşlı gözlerle 'Hafize teyzeyi kaybettik,' dedi. Ne garip, kadınla tüm gün araya doktor arkadaş sokana kadar kedi köpek gibi bir gerginlik.... Şimdi ise göz yaşı dökmüş.

Hastayı temizliyoruz dediler, dışarıda bekledik, künyesindeki saat tam 04:15'ti...Anne ve çocuk arasındaki bağ ne tuhaf.

Tüm bunlar sırasında durmaksızın ağladığımı söylememe gerek yok sanırım. Koydukları şeyin üzerinden sarıldım, ağladım, o kesif ilaç kokusu... Aynı gün o kokuyu duyduğum her şeyi, her kıyafeti atacaktım...

Morga ben götürdüm, çekmecesine ben yerleştirdim, o sıraydı sanırım elini tuttum, bez üzerinden, son kez.

Bahçeye çıktık, Banu, Şenol ben. Banu'nun kucağına yatmak istedim ve anlamsızca ağaçlara baktım. Benim hayatım boyunca bir annem olmuştu, şimdi ben ne yapacaktım? Nasıl bir şaşkınlık hali o yarabbim! Hele hemşire kızlara benim için bir şey dedi mi diye sormam.. uyandı sanıyorum çünkü, kafa öyle gitmiş ki uykusunda öldüğünü bile idrak edemiyorum. Daha yeni idrak edebildim. Elimde gittiğimizde elime tutuşturdukları evlilik yüzüğü, kalakaldım.

Bu seneyi anlatacaktım aslında, benzer saatlerde ağlama geldiğini, laboratuar sonuçları yerine muhtemelen halamın Almanya'dan gönderdiği, annemin benim çeyizime sakladığı koliye sarılıp ağladım. Hem de ne ağlamak...



Koyacak yerim olmadığı için hala kutularındalar... Bana bir koliye sarılıp hüngür hüngür ağlayacaksın deseler hayatta inanmazdım sanırım.

Yarın, yani bugün geçen sene olduğu gibi İstanbul'da olacağım, ertesi gün annemi gömülmek istediği yere götürür gibi kendimi götüreceğim, yarın belki vakit bulursam helva kavururum, geçen sene o saatleri düşünürüm ister istemez.

There were always hours between us.

Siz hiç birinin yüzünde, gözlerinde ölümü gördünüz mü? Ben gördüm. Rahat uyu anneciğim.



(Erdal Eren anısına aslında, aklıma seneyi devriyelerinin birinde Kızılay meydanında annesine tanıyor muydunuz diye soran kızın hikayesi geldi, 'O benim oğlumdu kızım, o benim oğlumdu...')

aman aman yandım aman
kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda

aman aman acı yüzler
kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda



18 Haziran 2012 Pazartesi

kendime notlarım

Blogun bana bir şakası mı, en son yazdığımın çıkması gerekirken "bence yalnızlık" yazım çıktı. Okudum, sanırım okutmalıyım da... Bir daha bana o evden çık diyeni canım ciğerim demeden dövecek kıvama geldim çünkü.

Kendime bugünkü notlarım, yani 18 Haziran, bugün ilk kez hastane sürecinde giydiğim siyah eşofman altını giydim, bugün ilk kez annemin, aylardır içleri boş bir şekilde gözümün önünde duran, takviye haplarının cam kutularını attım. Fotoğraflarını çektim. Bir tanesine şu tarihte öğlen başladım diye not atmış.

Bugün ilk kez abajura dokundum ve üst kısmını çıkardım, isteyene vereceğim.

Nicedir yapamadığım ama yapmayı hep istediğim şeyleri yapmaya başladım. İyileşiyorum.


17 Haziran 2012 Pazar

Babamız bizi çok sevdi!

Esra'ya, Burcu'ya, Sevgi'ye, Firdevs'e, Meltem'e, Berrin'e, Özlem'e, Özge'ye...

Bir babalar gününü daha atlatmanın rahatlığı içerisindeyim. Neyse ki anneler günü kadar/gibi insanın gözüne gözüne sokulmuyor. Yine de her babalar günü babası hayatta olmayanların suratına tokat gibi çarpıyor. Hele benim gibi babanızın dostu manevi babanızı da kaybetmişseniz daha bir sert hissediliyor bu tokat. 

Yazıyı ithaf ederken nick kullanmak istemedim, hepimizin aslında gerçek insanlar olduğunu, kullandığımızın nick'lerin arkasında gerçek birer kimlik olduğumuz vurgulamak için. Şurada gördüğünüz karakterler gerçek bizlerin birer yansıması. Bence bunu sık sık vurgulamak gerekiyor.

Yazının başlığını atarken Perihan Mağden'i düşündüm, Babasız Kızlar Balosu'nu düşündüm. O şarkı yüzünden babasızlık konusunda hiçbir fikri olmayan insancıkların saçmalıklarını okudum. Midem bulandı, hem de ağır bulandı. Babası olmayan ben, Esra ya da Özge değil, onlardı. Şarkının ya da şiirin diyelim, ne demek istediğini dahi anlamamış insancıklar...

Oysa babamız bizi çok sevdi! Hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar çok! Üstelik çirkin de değiliz, gayet güzeliz!

Sonra dediler ki: Babası yok, onun için kendinden büyük bir erkekle beraber. Saçmaladıklarını anlatamadık, babası onları sevmeyen çirkin kızlar içindi o. Babamız bizi çok sevdi. Konu hakkında bir yazımı, polly jean'in isteği üzerine hala asıl yazdığım yerden silmiyorum ve burada paylaşıyorum:

Babası yok onun için kendinden büyük erkekle beraber


 kısık ateşte bilgi edinmiş aydınlanamamış insan zırvası.

biraz önce cha ile konuşuyorduk, dedim o durumun aslı öyle değil, dedi doktorlar öyle diyormuş. o doktorların hepsini sikeyim. bu bir. doktor olmuşsun hala aritmetikle logaritma çözmeye çalışıyorsun, defol git. kısık ateşte aydınlanamamış da seninle aynı şeyi söylüyor. ne farkın kaldı? insanlar kalıba sokmayı seviyorlar, doktorlar da.

bu da iki: bu önerme nedense kadınlar söz konusu olduğunda babası yok, babalık yapmıyor, baba var ama yok gibi bilmemnedir de erkekler söz konusu olduğunda kadının tecrübesinin cazibesine kapıldı. oldu yarram, yanılıyorsunuz yarram. o zaman anası olmayan erkekler de yaşlı kadınlara sarardı, alakası yok. sevgilide baba aramak da en hafifinden sapıkça.

peki nereden geliyor bu genelleme kalıba sokma isteği? şu aydınlatmacı sözlerim size her şeyi gün gibi ışığa çıkaracak bakın:

bu iddianın aslı ne biliyo musun? kadının sürekli kendisini korunma altında hissetme arzusunda olduğu sanrısı. olgunluk, bilgi birikimi, bunlar elbette etkiliyor ama sadece yaşı büyük diye tercih edilseydi bu adamlar mahalle komşusu mehmet amca ile de beraber olmak isteyenler hanım kızlarımız olması gerekirdi, tercih edilen yaşlı adamlar ya birikimli ya da kadın orospu ruhluysa paralı vs baba ve korunma ihtiyacı ile zerre ilgisi yok, para ile ilgili olanın kendini ahlaksızca garantiye alma ile zerre ilgisi var ama o onun ahlaksızlığı.

bu yeni bilginizin hayrını görün.

(deliberte, 05.07.2011 12:48)

Arada biri Babasız Kızlar Balosu diye çıkıveriyor, durur muyum? Yapıştırıyorum cevabı:

babası yok denince babasız kızlar balosu'nu ve babaları terk etmiş kızları anlamak ne tuhaf bir yanılgı. babanın öldüğü için olmaması ile bu durum arasında dağlar kadar fark var oysa ki, öldüğü için mi babayı cezalandıracağız? adam ölmüş gitmiş... keşke ölmeseydi tabi, çevremdeki birçok babalı kızdan daha çok babalıyım buradan bakarsak. varlığı süresince eksikliğini hiç hissetmedim.

(deliberte, 06.07.2011 23:59)

Bakın başka neler yazmışım babamla, babalarımızla ilgili:

Babanın ateist olması


bu durum bir de babanın imam hatip lisesi'nde öğretmen olması durumunu kapsıyorsa oldukça renkli sahneler yaşanır aile efradı tarafından. yıllarca size imamın kızı denir, halbuki sizin ne imamlıkla ne kızlıkla alakanız yoktur. lan!?

based on a o kadar true bir story ki.

(deliberte, 26.07.2011 18:11)

Bir de peygamber gibi adamdı derlerdi, ona da gülümserim hep.

Babanın ölmesi

 

Hatırlıyorum, hüngür hüngür ağlayarak girmiştim bu entry'yi ve içimdekileri dökememiştim. Çünkü ben babamın öldüğünü ancak bu yıl, 17 sene sonra kabul edebildim.

(bkz: ağlamaktan entry girememek)

(bkz: yıllar geçse de üstünden bu kalp seni unutur mu)

babanızın ölümünün üzerinden yıllar geçse de acısı taze kalır. geçmesini beklemeyin. ölmesinden dört yıl öncesinden hazırlanmaya başlasanız bile o sizi hazırlıksız yakalar. her ölüm erkendir, yıllar çoğaldıkça azalır. sık sık düşünürsünüz hala hayatta olsaydı siz nasıl biri olurdunuz, bu kadar güçlü mü olurdunuz yine yoksa daha mı güçlü... cevabın ikincisi olduğunu bilmeniz içinizi daha bir kanatır. rüyanızda görseniz çocuk gibi sevinirsiniz. açelya şarkısını söyleyemez olursunuz çünkü kime olduğunu bilmeden babanıza söylüyorsunuzdur ve kasetin içinde "babama" diye yazıyordur, bir yerlerde beraber söylediğiniz samanyolu nu duysanız hüngür hüngür ağlamamak için kendinizi zor tutarsınız, daha doğrusu tutamazsınız. ölümünün üzerinden on üç sene geçmiş olsa da entry girerken gözlerinizden yaşlar süzülür. yanınızda olmasını, ona sarılmayı çaresizce özlersiniz.

(deliberte, 14.04.2008 04:43)

Bunları bu sene şurada yazdım ama bu sefer sonuna dek hissederek, bastırmadan, dışarı çıkmasına izin vererek...

http://lalibertedenmektuplar.blogspot.com/2012/06/baska-bir-son-nefes-veya-ilk-nefes.html
Denizin içinde karanlıklar gibisin, ışığın içinde saklıdır bilmezsin, hayat artık sensiz akıp gidiyor, senden habersiz sessiz...



Geçen gün de birisi şu başlıklı entry'yi oylanmış:

Babanın söylediği unutulmayan sözler


bir an hiçbir şey hatırlamadım ve korktum. zaman anıları bu kadar çabuk mu yiyor? doğduğumda babamın bana yazdığı şiiri unutamam, söz deseniz bir sürü sözü var ama tıkandım işte. aklıma 5 yaşından beri ne zaman arkadaşları ile rakı içse yanına çağırıp 'kızım bi fırt çek, aferin, bi fırt daha çek, bakın kızıma nasıl rakı içiyor' sözleri geldi, 'aslan kızım benim' de bonusu. daha o yaşlarda dört fırta kadar çektiğimi bilirim. hatta (bkz: rakı içen kadın/@deliberte)

sonra ben yemek konusunda dünyanın en uyuz çocuklarından biri olduğum için adamcağız şarkıcı kesilecekti neredeyse, garson berte getir'ler, nar gibi domatesle beyaz peynir'ler havada uçuşuyordu. garsonlu olan çarlistondan uyarlama da diğerinin ciddi ciddi varolduğunu düşündüm hep. sözlerini de yazayım tam olsun:

nar gibi domatesle beyaz peynir
bir parça ekmekle beraber yenir
gel onu seninle yiyelim
her an düzelir keyfin neşen gelir

bir seferinde de, bu sefer ilkokuldayım, madonna hayranıyım, açmışım kaseti elimde deodorant şişesi şarkı söylüyorum, daha ingilizce falan bildiğim yok, hello mello, güya söylüyorum, odamın kapısı kapalı. babam kapıyı açıp kafasını uzattı, ben çok utandım. niye utanıyorsam... 'aferin kızım, devam et sen, böylelikle dili daha kolay öğrenirsin,' dedi, ben kalakaldım. niyeyse gülmesini falan beklemiştim. sadece hoşuna gitmesinin getirdiği bir gülümseme vardı. ben sıkılmadan devam edeyim diye kapıyı kapatıp gitti.

beni hayatım boyunca en etkileyen sözü yüz milyon meslektaşı ile toplandığımız bir akşam yemeğinde söylemişti. ben o yaz ilkokulu bitirmiştim ve anadolu lisesi sınavını kazanmıştım. o dönem eğitimin altıncı senesine tekabül eden sınıf anadolu liselerinde ingilizce eğitim verilen hazırlık sınıfları olurdu. şimdiki cıvık dönemin düzgününü düşünün, öyle. inal ertekin bebelerine rağmen istediğim okulu kazanmışım, zaten o zamanlar sadece iki tane anadolu lisesi var yaşadığımız yerde, bir yandan gururluyum, işte başardım falan modundayım, bir yandan da kimseye söylemediğim, hatta kendime bile, bir endişem var. işte böyle bir yaz, soruyor amcalar işte aferin berte kazandın, gelip bizim öğrencimiz olmadın (ben bi de ben sizin okula gelmeyeceğim ki anadolu lisesine gireceğim diye burnum bi karış havada dolaşırdım, kendinden emin olmak böyle bir şey sanırım) e ne hissediyorsun falanlar, ben gak guk diyemeden babam girdi devreye 'berte'nin biraz endişesi var, tüm sene ingilizce öğrenecek, yapabilir miyim diye düşünüyor ama ben kızıma güveniyorum, yapar o,' ve ben dondum kaldım. lan kendime bile söylememişim! şimdi bakıyorum sözcüklerle bile anlaşamıyoruz insanlarla, değil içini okumak. gerçi annemle de sözcüklerle anlaşamazdık hiç, defalarca söylememe rağmen anlatamazdım. sanırım baba kız arasındaki bağa dayalı bir şey ya da benim ultra mega süper babama. kaç kişi bu şekilde karşısındakini anlayabilir? akraba bile olsa? kızlar hep seçecekleri erkekte babalarını arar derler ya, işte bu açıdan ararım elbet, böyle bir erkek daha çıksın karşıma, gözüm kapalı evlenirim bile. ki ben... demek o baba arama teorisi de doğruymuş, şimdiye kadarkileri toplasan tırnağı olamayacaklarından hiç gerçekten onu aradığımı düşünmemiştim. bir bilimsel gerçeğe daha ışık tuttuktan sonra kabuğuma çekiliyorum. sen sanıyordun ki kabukluydum, değilim.

(deliberte, 18.10.2011 13:45)

Ha bir de şu var:

Babası büyüyen kadınlardan korkmak


korkaklara mahsustur. abuk subuk spesifik örneklerden çıkarım yapıp kendinizi maymun edeceğinize bence korkunun üzerine gidin. geçecek.

kendi ayaklarının üzerinde duran her kadının babası ölmüş değildir. bunu da yazın bir kenara.

ha bir de kendisinden yaşça büyük sevgilisi olan kadınlara baba hasreti içinde oldukları için o adamları seçtikleri söyleniyor ya işte o insanları pompalı tüfekle kovalamak istiyorum. herkes ben değil tabi, susup içinden saydırıyorlar.
(deliberte, 10.06.2010 01:13)

Aslında farklı bir şekilde bitirmek istiyordum. Ben geçen sene hayatta olmayan babama bir hediye verdim, ona sevgilisini verdim, o yazım ile bitiriyorum. Halbuki o yazıyı yazarken bunu ben bile bilmiyordum. Hastanede, yoğun bakımın önünde asla gerçekleşmeyecek bir ameliyat için güya, koşturuyordum, gerçekleşse %95 annemi kaybedeceğim bir ameliyatın kan hazırlıkları için çırpınıyordum. Nereden bilebilirdim ki?

Babacığım, kızları benim canım olanların hiç tanımadığım merhum babalarını da, kalbimde baki kalan Baki hocayı da, seni de çok seviyorum. Bu sene sana verebileceğim tek hediye daha güçlü, daha ayakta, daha dimdik bir kadın olmaktır, biliyorum ve güvenini boşa çıkarmıyorum. Tapusunu defalarca dolandırıldığın için alamadığın ev yüzünden kanser olup canını acı çekerek teslim eden babacığım, o ev artık benim üzerime ve ben sana, doğum günün için, içinde bir sürü hediye hazırladım. Görüyorsun, biliyorum.

Babası hayatta olmayanların babalar günü


duygusal anlamda babayı aldıkları gün. sabah twitter'da okumasam bana yardıma gelen arkadaşımın babasına koşmasından öğrenecektim bu günü. twitter'da yazansa az ve öz :

-- Tweet sahibi twitter hesabini gizlemis! -- (dolayısı ile ne yazıldığını bilemiyoruz....)
bu da benden ona cevap:
@nrgldnmz her babalar gününde aynı şeyi düşünürüm yıllardır...
tahminen tweet'te her babalar gününün babası olmayanları acıtmaktan başka hiçbir işe yaramadığını yazmıştı bu kişi.

http://twitter.com/...iberte/status/82357886583455745

Mezarına bile ayağım dönmemiş, babama diyeceğim bir şey var mı düşündüm, sevmediğimden değil, çok sevdiğimden, yokluğunu kabullenemediğimden...
http://twitter.com/...iberte/status/82358685287972864

(19.06.2011 14:53) 

Artık mezarına ayağım dönüyor baba, hatta o gece sana sevgilini hediye ettiğimden beri ayağım oradan hiç dönmek istemiyor, toprağınıza yatıp öylece uzanmak istiyorum bazen, sizi çok özlüyorum. 

Bu yazıyı hangi bloguma koyacağımı bilemedim, ikisine de koyuyorum.