16 Kasım 2012 Cuma

Biri

Saat kaç bilmiyorum. Neredeyse salon tabir edilecek büyük odanın köşesinde uyuyorum. Eski eşyalar odanın her yerinde, tüm yaşam alanı tek bir odada. Sandalyeler köşede duvara yaslanmış, ben pijamalarımla kapıya uzak köşede uyuyorum. Yüzümde bir tebessüm var. Yüksek sesle açılmış televizyon sesi huzurumu bozuyor, kafamı kaldırıp etrafa bakınıyorum ve tekrar kafamı yastığa koyuyorum. Uykuma devam etmek istiyorum. Hangi komşu... derken bunu yapacak bir komşumun olmadığını fark ediyorum. Uyuduğum odanın kapısı kapalı. Oysa evde yalnızım. Gözlerim kapıya kayıyor ve ışık görüyorum. Yatağım giderek kapıya yaklaşıyor. İçinde televizyon olan odanın ışığı açık ve televizyon sesi o odadan geliyor, korkuyorum. İçeride birisi bangır bangır televizyon izliyor ve sinsi. Benim ona gitmemi istiyor. Dışarı ne ile çıkacağımı düşünüyorum, odanın kapısını hangi tını ile açacağımı, sessizce çıkabilmeyi başaramayacağımı, sopa mı bıçak mı ne kullanacağımı ve kiminle karşılaşacağımı düşünüyorum. Titreye titreye kapıya yaklaşıyorum. Kapıyı elim ayağım boşalmış bir şekilde açıyorum, öyle ki gerisini hatırlamıyorum.

Artık içinde televizyon olmayan odada uyanıyorum, ışık kapalı. Saate bakıyorum, akşam 8.

2 Kasım 2012 Cuma

Baby I love you now leave me the fuck alone

Duyduğum en samimi aşk şarkısı


sözlerini de yazayım tam olsun

Well you know I said I'd love you for all time.
Well sometimes I just can't believe you're mine.
But every now and then
I'm ready to say when
Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone.

Well in your arms is where I'll always stay
But something deep inside says not today
Well i'll be sitting here
Working on this beer
Oh baby I love you, just leave me the fuck alone.


I try so hard each day
To make things go away
There's nothing left to say for tonight

For a couple of days I won't be comming round
I'm going to go get lost, I think I might skip town
Now I don't mean to pout
But you plain wore me out
Oh baby I love you, just leave me the fuck alone.

Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone
I tried dancing, I just want to go home
I know your cooking's great
But dinner will have to wait
Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone

Well I'm in a frazzled state
The party will have to wait
Oh, baby I love you, just leave me the fuck alone.

 

1 Kasım 2012 Perşembe

The S word

Durumun bu hale gelebileceğini ben bile öngöremezdim. Hep bahsedilirdi bundan. Herkes bir veya daha çok defa bir çukurun içine düşerdi ama kalkılırdı bir şekil. Bana hiç olmamıştı. Buna rağmen "yakın"larımdan edindiğim tecrübe ile şunu çok iyi biliyordum: üzerine konuşuyorsan yap(a)mazsın ve hatta hiç yapmayacaksındır. Elbette ben de ciddiye aldım. Bir tanesi için ünlü bir yazarla yazıştığımı bilirim. Küçüktüm, bir şey yapmak istemiştim. En sevdiği yazardı. Salaktım. Çünkü gerçekten olasılığına inanmıştım. Çok içiyor ve hiç yemek yemiyordu, gözlerinin altı mordu. Tarih bile belirlemişti. Pek çok insan adeta bir countdown to extinction tadında pervane olmuştuk etrafında. Şimdi turp gibi maşallah.

Büyüdüğüm süre boyunca da karşıma çıktı bu insanlar. En trajik durumda olanı bile şakır şakır ötüyordu. Bir nevi egosunu tatmin ediyordu, kaldıysa. Çevresindekileri bu şekilde rahatsız eden, binbir tantanaya sebep olan insanları hep düşüncesiz, ilgi manyağı, pespaye, rezil varlıklar olarak gördüm. Hala da öyle görüyorum. Bırakınız yapsınlar efendim. Bir pseudo görüntüden daha kurtuluruz belki.

Katı mıydım? Hayır. Gerçekçiydim diyelim. Çok iyi bildiğim bir şey vardı, gerçekten niyet eden bir kişi bu tür şaklabanlıklardan uzak duruyordu. Neyse o, mert. Sözünün eri bile diyebilirim. Böyle sözün eri olsa ne olur demesin kimse. Önemlidir. Kayıtlara geçsin.

Çok iyi bilmediğim şeyler de vardı, içine girmediğimiz durumları gösterilen kadar biliriz hepimiz. ben de gösterilen kadar biliyordum. Doktorları ciddiye almamaya çok uzun zaman önce başladım. Potansiyelim yüksekti, bunu bile teşhisle yüzüme vurulmasına rağmen neredeyse bir yıl sonra öğrendim. Umursamadım. Önemsemiyordum. Önemli olan o değildi, zaten hiç olmamıştı. İki majör belirtiden sadece birini gösteriyordum ki çok normaldi. O koşullardaki herhangi biri için çok normaldi. Biri diğerine giden yolu açıyor, ayrık otlarını temizliyordu. Bilemedim. Nicedir yaşamın hep kıyısındaydım, önemsemedim. Bana bir kere bile olmamıştı, demek ki olmayacaktı, onca şeyden sonra olmadıysa. Onca şey esnasında demiyorum, esnasında olmaz zaten, esnasında başka şeyler olur, esas karanlık sonra gelir.

O kadar şeye dayandım. Bataklıktan geçtim kim bilir kaç kez. Bir sinek vızıltısının beni o kıyıya getireceğini hiç bilemezdim. Bilemezdim çünkü belki yine önemsememiştim. Bir şekilde onunla da başa çıkabilirdim. Öyle olmadı. Hala da çıkabilmiş değilim. Kişinin yaşadığı yer ruhunun yansımasıdır. Çürümüşlük bitince her şey bitecek, adeta rejenerasyonla yeni bir ben yaratacaktım. Ölü dokular vücuttan atılmıştı. Eskiyi daha rahat geride bırakıyordum. Bunu da hallettikten sonra artık önümde beni tutacak bir engel kalmayacaktı. Engeller hep olacak/tı. Olmazlarsa zaten ne anlamı var ki genel olarak da bir anlamı yok.

Endişe garip bir duygu. Ne zaman endişeleniriz? Bir düşünmek lazım. Çıkan sonuçlar zamanlamada çoğumuzun yaptığı hatayı yüzümüze yüzümüze vurur bir düşünsek. Endişeyi elden bırakmamak gerekir. Berbat da olsa insanı ayakta tutan bir duygu endişe. Berbat da olsa yaşıyorsun.

Her şey bittiğinde, ki nedir her şeyi bitiren, her şey ne zaman biter? Artık kendinizi toparlamanız beklenir "artık". Belirli bir süreniz vardır. Hatta neyi nasıl yapmanız gerektiği bile yazılmıştır. Şu şöyle olmuşsa sizin artık bunu böyle yapmanız gerekiyor.

Hiç unutmuyorum. Keşke unutabilsem. Hatırlamak istediklerimi unutturup unutmak istediklerimi hatırlatan hafızama bir çözüm bulamadım henüz. Olasılık hesabı yaptığımda bu paragrafın ne çok karşılığı var. Hiç unutmuyorum. Evet, hiç unutmuyorum, annem öleli ne kadar olmuştu bilmiyorum, sanki ilk haftaları gibi ama olmayabilir de. Belki bir iki ay veya azıcık fazlası ama daha çok değil. Dedim ya zaman uçmuş gitmiş o dönem. Belki bu uçup giden zamanın farkına varmadığım için, böyle bir zaman yaşamadıkları için çok sevdiğim insanlar uzak düşmüşler. Düşsünler, yaşam belirtisidir. İyidir iyi. Boğazda limonata içmek de iyidir mesela.

Hiç unutmuyorum, işte böyle havada asılı kalmış bir zaman diliminde bir arkadaşım bana çıkışmıştı. Söz vermişim ama tutmamışım, kendimi salmayacakmışım ama salmışım. Oysa her geçen gün kendimi ne kadar zorladığımı bilemezdi. Bilmiyordu ki henüz salmamıştım. Ve bilmiyordu ki salmam önünde sonunda gerekiyordu. Bazen korkunç diye nitelendirdiğimiz şeyler çok sağlıklıdır. Ona tüm gün boş boş duvarlara bakmadığımı, çabaladığımı, elimden bu kadarının geldiğini söylediğimde suçlayan tavırdan kendini berbat hisseden tavra geçmesi saniye sürmedi. Telefonda konuşuyorduk diye hatırlıyorum. Telefonda mı konuşuyorduk yazışıyor muyduk emin değilim şimdi. Benim için dünya üzerindeki en sevdiği insanla kavga etmişti, üzmüştü, üzülmüştü. Benim için derken, ben istediğim için değil, neden isteyeyim kardeşim gibi sevdiğim birinden böyle bir şey? O benim için bir şey yapmak istedi, onu yapabilmesi için benim yapabileceğim şeyler başkalarına bağlıydı, olmadı. Ben suçlandığımda kaldım. Sıkıntım suçlanmak değil, hala gönlünün bir köşesinde suçlu olmak da değil. Algı, değiştiremeyeceğimiz bir tuhaf olgu. Benim sıkıntım çok daha büyük. Belki de kaybettiğim kardeşimi bir daha kaybetmiş gibi hissettiğimden onu düşündükçe içim başka türlü acıyor. Halbuki beni istediği kadar suçlayabilirdi, sıkıntı yoktu, beni daha çok üzen bana "bunu" yaptığı için kendini suçlayarak kendini sonsuza kadar evrene kapaması oldu. Ben bu suçlama, suçluluk, suç silsilesinin herhangi bir yerinde değildim. İçinde olamadığın bir şeyi değiştiremiyorsun.

Hiç unutmuyorum bahsettiğim süreden bir süre sonra, yani bana verilen sürenin haydi haydi dolduğu bir dönem yıllardır beni aileden tanıyan bir ablam bir kağıt parçası uzatmıştı bana, hani şu yaşamımızı sürdürmek için araç ama çoğumuz için amaç haline gelenlerden. Ben istememiştim, kendisi vermişti. Verdikten hemen sonra 'Zoruna gitmiyor mu böyle yaşamak?' dedi. O an o kağıt parçasını geri verecek gücüm olmasını çok istedim. Çünkü zoruma gidiyordu, herkesin tahmin ettiğinden daha çok zoruma gidiyordu. 'Daha fazla vermek isterdim..'li bir cümleye başladı. 'Vermek zorunda değilsin,' dedim. Aracı şarampole almış uçuruma sürükleniyor hissi veren sorudan sonra yaptığım tek geri verme girişimi başarısız olmuştu. Bir nevi rica ettiğim, olasılığını sorduğum şeyin karşılığı neyse vermişti, bu onu hem vicdan azabından kurtarıyor hem de diğerlerine bağlı bir sorumluluktan kurtarıyordu. Kocası aramızda bir şeyler olamayacağını anladığından, daha doğrusu kabul edebildiğinden beri bana pislik gibi davranıyordu. Kadın sebebini bilmiyordu ama gerginlik olsun istemiyordu. Alışkındım. Aklıma yıllar önce bunlar olurken annemin 'Sakın kızım,' demesi geldi. Çok ağırıma gitmişti. Annem beni ne sanıyordu, 'Anne saçmalama,' demiştim. Bana çok ağır gelen anlardan biridir. İnsanın ne de çok şey geliyor aklına en istemediği zamanda. Halbuki anneme kibarca değil içimden geldiği gibi olanı biteni anltsaydım, olanı biteni derken beni ne kadar incittiğini, o defter de kapanmış olurdu. En karabasanlı dönemimde zoruma giden yaşamaktan buralara dağılmazdım.

Çoğu zaman insanlardan çok şey bekliyoruz, ben değil sadece, hepimiz. Ve utanmadan bir beklentimiz olmadığını söylüyoruz. Hepimiz koca birer yalancıyız. Çünkü beklenti kelimesi aklımıza ve dudaklarımız düşmüşse zaten orada koca bir beklenti var. Ben benden beklenenler altında defalarca ezildim. Bazısı hiç umrumda olmadı, bazısı yine önemsemediğimden karşıma gulyabani gibi çıktı, kimisi aslında ezemezdi. Sadece ben, yerdeydim. Bocaladım. Öyle bir an geldi ki hayatımda hiç bocalamadığım kadar bocaladım.  Çok açık olan bir şey vardı, beceremiyordum. Beceremek bir yana, becerir gibi bile yapamıyordum, bunu daha önce de defalarca hissetmiştim. Beslenmeyi beceremediğimde, uyumayı beceremediğimde, uyanmayı beceremediğimde, yediklerimi midemde tutmayı beceremediğimde mevzu sadece uykusuzluk, uykululuk mide rahatsızlığının getirdiği iğrenç ruh hali, şu ya da bu değildi. Bunlar bende çok daha farklı bir şeyi tetikliyordu alttan alttan ve ben bunun ne olduğunu çok iyi biliyordum. Artık çözemeyeceğimi kabul etmiştim, yıllar olmuştu, hiçbir çabam beni serbest kılacak bir sonuca götürmüyordu beni. Yorgun düşmüş, yetmiyormuş gibi düğümü perçinlemiştim. Perçinde katkısı olan kişinin adına hala tahammülüm yok, başkasına ait olması benim için bir şey değiştirmiyor. Çok ağır ve acılı bir şekilde ölmesini diliyorum.

Bazı şeyleri söylememek için kırk dereden su getiririz. Başkalarını demiyorum, kendimize karşı, alt edemediğimiz gibi katılamadığımız pislikler onlar. Katılmayı da istemiyoruz, istiyorsak zaten şu an yanlış yerdeyiz. Git kendine bir çay koy.

Buraya yazdığım hiçbir şeyi dönüp bir kez daha okumadım. Sıktığımız sivilcenin içini aldığımız peçeteyi tekrar gidip çöpte kontrol eder miyiz? Hayır. Kimsenin de ardımdan bu peçeteleri toplayıp bana getirmesini istemedim. Ben buraya bir şeyler yazacağım, kabaran vicdanlarla insanlar bana gelecek. Bunu hiç istemedim. Belki de bu nedenle günlerdir yazmadım. Eski rlüme geri dönebileceğim bir anı bekledim, neredeyse oluyordu da, olmadı. İçimde oluşan cerahati tam olarak akıtmadıkça hastalanmaya devam edecektim. Absenin kökünü kuruttum mu bilemedim. Ağladım.

O gün diğer günlerden farklı bir gün değildi aslında. O gün, tam olarak da neden o gündü hala bir cevabım yok. Sorusunu da sormadım. Bazen sormadığımız soruların cevapları gelir ya, öyle. İçimizde pek çok kişi var, yaşamayı bir şekil beceriyorlar, geberiyorum bile deseler devam etmeleri gereken minimumu gerçekleştirebiliyorlar. O kişilere hep imrendim. Bazıları o kadar yakın ki daha ellerine jileti aldıkları an ben kanamaya başlıyorum. Hayır, hiçbir içki durdurmuyor kanamayı. O gün de diğer birçok günüm gibi çekilmiş jiletlerin kafamda dolaştığı bir gündü muhtemelen. Ben farkında değildim. Bir şeyler her zamankinden daha tersti. Bilmiyordum ama seziyordum. Bilmiyordum ama sözlerime yazılı bile olsalar yansıyordu. Yansımasaydı ne o mesaj gelirdi, ne o telefon, ne de ben onları duyacak durumda olurdum. Oysa defalarca birden bunalıp ona bir şeyler yazıp bilgisayarı kapatıp gitmişimdir. Benim fark ettiğimi o fark etmişti. Aslında her ne kadar ayarın kaçtı, şirazeni doğrultayım diye kendimi dürtsem de ben de farkındaydım. Henüz kendimi görece daha iyi hissederken bile geleceğin farkındaydım. Bu kadar acılı olabileceğini bilemezdim. Hissizlik nasıl bir acı verir, aklıma bile getiremezdim. Dışarı çıkmak bu sefer bana değil iyi, korkunç derecede kötü gelmişti. Çöküntü imparatorluğuma döndüm. "İnsan"ların at dediği, halbuki beni yanlarında tutan "şey"leri düşündüm. Onlar bile etki etmiyordu. Bu sefer başka türlü düşündüm onları, her zamankinden çok farklı. Her şey etrafımda anlamsızca dönüyordu. En sevdiğim varlığı düşünüp bir şey hissetmeye çalışıyor ama hissedemiyordum. Varlıklarını ben yokken kağıdın tekine yazdığım şekilde gayet rahat geçirirler diye düşündüm. Yapabildiğim en fazla buydu. Ben fazlalıktım. Çok açık bir şey vardı, ben en basit şeyleri bile beceremiyordum. Garip bir anlamsız kalma hali. O hissizlikte nasıl olduysa içimi acıtan göz yaşlarım yeni durmuştu. Telefon çaldı.

O telefon çalmasaydı o gece çıkmazdı. Yazmak bana iyi gelir sanmıştım, gelmedi.