20 Ekim 2013 Pazar

Je suis la!

Nerdesin aşkım?


Je suis la!

6 Ekim 2013 Pazar

Suçluluk hayaleti

Güzel güneşli bir gündü aslında. Uyandığımda evden çoktan çıkmıştı. Oda kapısı kapalıydı ama kapının cam kısmı odayı olduğu gibi gösteriyordu, yatak çoktan toplanmış, oda düzenli, temiz, yalın, güneşlik açılmamış, güneş arasından süzülüyor, iliklerime huzur olarak dönüyordu. Evde olmaması benim için dünün kırgınlığını bugüne taşımama özgürlüğü demekti. Özgürdüm.

Ben de evde olmamasının getirdiği rahatlıkla yapmam gerekenlere yöneldim, yapmam gereken telefon görüşmelerini büyük bir keyifle yaptım. O evde olmadığından neşemin sebebini açıklamam gerekmiyordu, neşeli olduğum için kendimi suçlu hissetmem de. Bunun getirdiği o tarifsiz rahatlıkla görüşmeleri bitirip işlerimi yola koymak üzere evden çıktım.

Ne zaman döndüğümü hatırlamıyorum, sarhoş da değildim. Yine karşılaşmadık. Muhtemelen odasındaydı. Ben işlerimi halletmeye devam ettim. Uyuyor, uyanıyor ve asla onunla karşılaşmıyordum. Biliyorum bana kırgındı ama bu derece konuşmamak ona göre değildi, hem bu kadar uzun süre evi bırakıp nereye gidiyordu ki? Hastaydı ve ölecekti. İkimiz de bunu biliyorduk. Hepimiz ölmeyecek miydik önünde sonunda?

Sonra o gün aslında evi sabah erkenden terk etmediğini öğrendim. Meğer güneşliğin arkasına saklanmış ve tüm gün kıpırdamadan pencereden dışarıyı seyretmişti. Geçici olarak kurtuldum sandığım ve bundan da büyük mutluluk duyduğum o suçluluk duygusu boğazımı sardı. Teker teker yaptığım görüşmeleri ve bu görüşmeler esnasında söylediğim sözleri düşünmeye başladım. Onu kıracak bir şey söylemiş miydim acaba? Daha önemlisi onu incitecek denli mutlu olmuş muydum? Sesim içini delen bir sevinçle mi çınlamıştı? Orada öylece kıpırtısız otururken içi acımış mıydı?

Bunları düşündükçe nefes alamaz hale geliyordum. Aklıma bile gelmezdi bunu yapacağı. Nasıl fark etmemiştim? Böyle bir şeyi neden yapmış olabilirdi? Önceki kırgınlığı mı yoksa o günden bir duygu mu dudaklarını bir daha açmamacasına mühürlemiş, onu evde bir hayalete çevirmişti?

O gece odamda sorularla boğuşurken neredeyse üç günün böyle geçtiğini fark ettim. Evdeydi ama bunu asla belli etmiyordu. Yanımda bir insan hissetmiyordum. O varken uçurum gibi yalnız hissedeceksem olmasının ne anlamı var diye düşündüm. Odamın kapısı kapalıydı. Bir evde en nefret ettiği şey. Kapalı kapılar kadar onu çok az şey rahatsız edebilirdi.

Dizüstü bilgisayarımdan gelen ışık tek başına odamı aydınlatmaya yeterdi. Ben de kalktım lambayı kapattım, yatağa girip bilgisayarı kucağıma aldım. İçim yanıyordu. Evde yapayalnız gibiydim. Kesinlikle yanıma gelmiyor, varlığını hissettirecek en ufak bir ses çıkarmıyordu. O zaman olmasının ne anlamı vardı? Bu sessizliği nasıl kırabilir, dikkatini tekrar nasıl üzerime çekebilirdim? İçinde bulunduğum bu kabus beni büyük bir çaresizliğe sürüklemişti. Bileklerimi mi kessem diye düşündüm. Yavrusunu kaybediyor olmak belki onu harekete geçirirdi. Zaten bir ölüden farkım kalmamıştı. Temasta olduğum tek bir ten, tek bir soluk yoktu. Kendimi odamın karanlığına kitlemiş cezamı kendim kesiyordum. Bıçağı sağ elime aldım ve sol koluma derin ve uzun çizikler atmaya başladım. Kolum kana bulanmıştı, devam edip etmemekte tereddüt ettim. Çok açıktı ki bu bile aramızdaki buzdan iletişimsizliği yok etmeyecek, onu bana getirmeyecekti. Bir daha bana tek kelime etmeyeceği gerçeği kalbime döne döne saplanırken gecenin karanlığında asılı kaldım.