23 Temmuz 2012 Pazartesi

Yorgun Savaşçı

Bugün Pırtık'la aniden vuku bulan, beni çok endişelendiren ve veterinere koşarak vardıktan sonra neredeyse bir saat süren apse temizleme işleminden sonra eve gelirken bir komşu teyzemiz bana 'Yorgun savaşçı,' dedi. Afalladım. Afalladım çünkü bana annem derdi eve bitmiş geldiğim zamanlar.

Konuştuk ayak üstü, 'Çok belli üzgün ve yorgun olduğun ondan dedim,' dedi. Az kalsın unutuyormuşum bu sözü. İyi ki de dedi. Kim olduğumu hatırladım.

Evet, yorgun bir savaşçıyım ben, henüz dinlenme vaktim gelmedi.

Aslında en doğru yorumu bir ablam yaptı: Sen bütün sene sadece biyolojik olarak yaşıyordun, nefes alıyordun ama ölüydün, şimdi dirilmenin vakti geldi.

Kendimi düşününce, gerçekten de hepiniz beni yaşıyor sandınız, ölüydüm ben.

Hatıra tüyleri...

Annemin notlarını saklanacakları saklamak, atılacakları atmak için ayrıştırırken bir peçete buldum, daha doğrusu kağıt havlu parçası. Üzerinde "Lali'min hatıra tüyleri" yazıyordu. Demek ki öldükten sonra bir tutam eline gelen tüyü koymuş, çünkü kızımın tüyleri ne o kadar donuk, ne o kadar karışık ne de o kadar mat....idi.

Bir yandan hastalığı ile ilgili şeyler geçiyor elime, içim acıyor derken buna rastladım. Derken Pırtık'ın kafasından kocaman bir irin çığ gibi çıkmaya başladı, derken veterinere koştum...

Şu an tüyleri de peçeteyi de göremiyorum. Eve geldim, elim buzdolabının üzerine gitti. Bir fotoğrafa.

Çanakkale'de çekilmiş, habersiz, Truvalı Helen zamanlarım. O fotoğraf boşuna bu zaman elime geçmedi. Lali'min tüylerini ise bu kalabalıkta bulursam atacağım. Kızımın tüyleri ipekti benim. Kadife gidiydi. Hatırası da öyle kalsın.

Canım Lali Berte'm, anneme zarf bırakmışım senin üzerinden, üzerinde adres olarak

Kanepenin üstü
Lali'nin altı

Ev
Bursa

yazıyor. Zarfı saklasam mı atsam mı diye boş boş bakıyorum...

Peçeteyi buldum, tüyleri mezarına serpeceğim.


22 Temmuz 2012 Pazar

İçimdeki boşlukları doldurunuz Vol. 1

Ve kaybolan yazıyı buldum....  Bakmadan yayınlıyorum.

Truvalı Helen


 Truvalı Helen'in Hektor'u ölüme yolcu ederkenki bir duruşu vardır filmde, beni en çok etkileyen sahnelerden biridir, içimi bomboş eder. Filmi ilk izlediğimde de öyle olmuştu, sanki oradaki Helen bendim. Aşkım uğruna vebalini ödeyemeyeceğim şeylere neden olmuştum... Olmuşumdur, hepimiz vebalini ödeyemediğimiz şeyler yaşamızdır belki. Belki de onları ödediğimiz içindir bu boşluklar. Öldürürken göz yaşı döken Hektor, filmde gösterildiği ve aslında öyle anlatılmayan Hektor'un cesedini babasına vermeden hazırlarken Akhilleus'un döktüğü göz yaşları. Birini öldürmek kolay değil, bedeli de.

Bu boşluklar bazen gelir beni ziyaret eder. Mesela ilk paketler evden çıkarken, hani şu bahsettiğim Ümraniye'de otuz kedi ve ikisi felçli sekiz köpek bakan kadına, annemin çok giydiği, tiril tiril rahat ve eski, bana göre olmayan bir bluzunu bulmuştum, yıkamış asmışım, poşete ekledim ve eklerken içimde o boşluk oluştu, annem dedim, göz yaşlarımı içime akıttım. Bazı şeyler çok o kişidir ya, bu da öyle bir şeydi. O boşluk kadının sevinci ile geçti.

İkinci ve daha büyük boşluk Geçen hafta salı günü yarım gün içinde ikinci bir dokuz paket çıkarırken oluştu, o kadar kısa sürede o kadar çok şeye karar vermiştik ki, ikimizin de nevri dönmüştü, çok yorulmuştuk. Fotoğraflarını çektim çocukluk kıyafetlerimin.

Attığım şeylerin bir kısmının fotoğrafını çekiyorum. Anısı dijital de olsa kalsın diye. Bir arkadaşım bugün bunun da sağlıklı olmadığı, hala bağlı kaldığımı söyledi. Belki de öyledir, belki de dijital kayıtları da silmenin vakti gelir. Bilemem.

Ertesi gün içimde oluşan boşluğu anlatamam, canım yanıyordu. Hüngür hüngür ağlamak istiyordum, üzerimde bir önceki günün yorgunluğu. Donakaldım.

Zaten hep donakladığım için olmuyor mu bunlar? Akıtsam göz yaşlarımı? Ağlasam? Truva filmini izlerkenki gibi, aşkı, tutkuyu, hırsı, bir şehrin, bir ülkenin düşüşünü izlerkenki gibi.

İzlerken yarıdan yakaladık ve Emily'deydim, Emily bana doğum günü hediyesi elbise almış, giydirdi, efil efil giyersin dedi, tıpkı o dönemin kıyafetleri gibi. Giderken de 'Hadi git ve yaz,' dedi.

Truva hep özel bir yer oldu benim için, bir kere gidebildim, tuhaf hissettim. Uzun süre nickim Truvalı Helen'di, filmden çok önce. Nickim derken sözlüklerde aramayın, öyle nick değil, bir nevi lakap, bugün hatırladım. Bir zamanlar bana Truvalı Helen derlerdi.

O yaşananların içimde bir kama ile bir şeyleri kazıması boşa değil, neden böyle boşluk oluştu yine? Halbuki atma ve düzenleme çalışmalarıma devam ediyorum. Bunları yaptıkça kendimi daha iyi hissediyorum. Bugün benim için çok değerli bir çizimimi attım mesela. Parçalanmış pisi pisilerimi attım, nasıl olsa yenisini almıştım...

Emily yaz dedi ama ne yazayım bilmiyorum ki. Bugün ona bir şey anlattım. bana sürekli sorduğu bir soru vardı. O soruyu her sorduğunda neden bu kadar sinirlendiğimi ve tepki verdiğimi anlattım. İçimi acıtan şey görünürde olan şey değildi ve bunu çok sonra fark ettim. Tıpkı çilekler gibi.

İçimdeki boşlukları doldurunuz Vol. 2

Bir sorun oldu ve yazdığım tüm yazı silindi. Belki de yazmamam gereken şeyleri yazdım.

İlk boşluk bende ne zaman oluştu? Çok uzun seneler önce. Onları şimdilik geçelim, son döneme gelelim, bahsettiğim yirmi kedi, ikisi felçli sekiz köpeğe bakan kadına dokuz paket -içlerinde mini bavul da var- eşyayı gönderilmek üzere vermeden önce son kontrolleri yapıyordum. Annemin çok giydiği ve onunla özdeşleşmiş bir gömleği vardı, yeni desen, yeni değil, çok rahat olduğundan hep üzerinde gördüğüm. Birden askıdan alıp poşetlerden birinin içine yerleştirdim. O an içimden bir şey koptu. 'Annem,' dedim. Ağlayacak gibi oldum ama gitmesi gerekiyordu, gitti. Bu boşluk hissi kısa sürdü ve kadının sevincinin haberi ile yok oldu.

İkinci boşluk geçen salıydı, beklemediğim yardımcımla yarım günde dokuz paket hazırladık bu sefer, o kadar hızlı hareket ettik ki başım döndü, dışarıda yemek yedik, kocaman bir bavulun da dahil olduğu dokuz paket daha çıktı evden. O kadar yorulmuştum ki eve gelip bir süre uzandım. Boşluk ertesi gün de yorgunlukla içimi kazıdı. Belki her şey çok hızlı olduğundan...

Boşluk son dönemde ilk içimi kazıdığında bir kitap okumaya başlamıştım, bir şey yapacak enerjim yoktu, uzandım, kitap içinde kocaman bir boşluk olan bir adamı anlatıyordu, neden sonra öyküyü bitirmeden rahatlamıştım. Kitabı hala bitirmedim. Sanki dönüp dolaşıp boşluk geçtikten uzun süre sonra durup dururken ölen öykü kahramanına bağlanacak(tı) her şey.

Sonrasında attıklarım içimi acıtmadı ya da boşluk bırakmadı. Bir tek iki üç gün önce bir makine ve annemin nasıl olup da hala evde olduğunu anlamadığım birkaç kıyafeti ile benim bir iki kıyafetimi yerleştiğim poşetten, poşetle beraber makine alınıp gerisi yerlere saçılmıştı, o görüntü beni çok üzdü. Sonra ihtiyacı olan yerden almıştır. Yerden toplayıp yeni bir poşete koyayım dedim. Arkadaşım 'Sen görevini yaptın, düzgünce koydun, dağıtan kişi toplamalıydı, senin görevin burada bitti, artık dokunma, ihtiyacı olan alır,' dedi. Bıraktım öyle. İlerleyen saatlerde geçerken bakmak aklıma gelmedi ama muhtemelen yere dağılanlar gitmişti.

Artık bir şey atarken rahatlık hissediyorum. İçimin acıyacağını hissettiğim zaman, zamanı gelmemiş diyorum.

Mesela bugün şu bond çanta gibi taşınan Singer dikiş makinemizi nereye bağışlasam diye düşündüm, Açev dediler. Maddi sıkıntımı bilenler 'Eski makine ise sat, meraklıları vardır,' dedi ama benim o kadar vaktim yok. Neden o kadar vaktim yok, neden öyle yazdım ben de bilmiyorum, her şeyi ile beraber zigzaglı makine. Sanırım zamanın geldi senin de. Ben hep şöyle düşündüm: Ondan alacağım para bana başka yerden gelsin. Bir yere hayır olsun. Cebimde beş para yokken bile hep bunu dedim, böyle düşündüm. Satmak istediğim bir tek Yağcıbedir halım var, hiç kullanılmamış, annem ve babamın gaza gelip bir sürü para verip aldığı. Onun dışında herhangi bir şeyi satmak istemiyorum. İhtiyaç sahiplerine ulaşması benim için çok daha önemli.

Evimde başlayacak olan tadilat sürecinin ne zaman başlayacağı hala belirsiz. Bu hafta belli olur diye düşünüyorum... O konuda da içim bir boştu, artık değil. Ne ile doldurduysam diğer boşlukları da onunla dolduracağım, yeni gelen enerji ile, huzur ile, özellikle endişe ettiğim konuları oluruna bırakmak ile...

Nereden çıktı bu yazı? Halbuki kullandığım bilgisayarların neden olduğu zorluklardan dolayı hiçbir şey yazasım gelmiyor. Daha demin yazdığım her şey gitti mesela hep. Daha demin yazdıklarım.

Truvalı Helen'den bahsediyordum. Hektor'u Akhilleus ile dövüşe, yani ölüme gönderirkenki duruşu filmdeki, o boşluğu yeniden açtı. Filmi Emily ile yarısından yakalayıp izledik. Bu boşluklar neden oluşuyor? Hektor'un filme göre Akhilleus'un kuzenini öldürürken döktüğü göz yaşları, Helen'in aşkı yüzünden Hektor'u ölüme gönderişindeki hüzün, filme göre Akhilleus'un Hektor'un cesedini babasına vermek üzere hazırlarken 'Yakında buluşacağız kardeşim,' diyerek döktüğü göz yaşları, Hektor'un kuzeninine kendi kuzeninin boynundakini vermesi özgür bırakırken... Hepimiz bildiğimiz veya bilmediğimiz şeylerin vebalini ödüyoruz.

Neden bu kadar acıttı bu film? O destanlar beni? Bir dönem Truvalı Helen'dim ben, nickim buydu, belki ondan, nick olarak sözlüklerde aramayın, lakabımdı. Filmden önce başlayıp film ile sürmüştü. O zaman da içimi bir şeyler kazıyordu. Hepimizin geçmişinde çözemediği kim bilir neler var. Bu da onlardan biri.

Emily'de izledim filmi, Emily'nin aldığı doğum günü hediyesi elbise ile izledim, hala üzerimde o var ve tam çıkarken Emily bana 'Hadi git ve yaz,' dedi, başka türlü o iç sızısı, o kocaman boşluk geçmeyecekti sanki. Sanırım hissetti bunu ve yaz dedi Emily, yazdım ben de. Sanki ülkeleri ben yıkmışım, şehri ben düşürmüşüm, her şeye ben neden olmuşum gibi bir ruh hali ile yazdım. Ağlamak istiyorum, filmi izlerken yaptığım ve yapamadığım gibi. Olmuyor.

Karmaya inanırım ben, bu göz yaşları, çektiğim tüm acılar ne kadarını temizledi, temizler bilemem. Bazen karmanıza öyle şeyler koyarsınız ki hiç temizlenmez. Ve artık karmanın bedelini ödeme süreci hızlandı. Çok hikayem var bununla ilgili. Bir arkadaşımın bir lafı var, daha önce de yazmışımdır kesin, yine yazıyorum, her yere yazasım geliyor ki insanlar belki biribirlerine daha saygılı, daha sevgi dolu, daha önyargısız ve daha özenli yaklaşırlar...
 "Karma is a fucking cunt. She knows your name, your address, and when it comes back to you...know you get exactly what you deserve. "

Karma adınızı, adresini ve size ne zaman geleceğini bilir.  Ve size geldiğinde hak ettiğiniz tam olarak neyse onu alırsınız. Onun size geleceğinden şüpheniz olmasın.

Ben Truvalı Helen, Paris'e duyduğum aşkım uğruna, istemeden milyonlarca kadını kocasız, anneyi oğulsuz, canlıyı cansız kıldım. Sonra belki bir ışık oldum. Ama Hektor'un benim yüzümden, daha doğrusu ben bahane edilerek başlayan savaşta Akhilleus'un elinden ölümüne gidişini hiç unutmadım. Truva benim yüzümden düştü, tutamadım. Boşluğu adımı bir çağa vererek doldurmaya çalıştım. Belki de olmadı. Vebalini ödeyemeyeceğim şeylere sebep oldum. Karmamı ödedim. Şimdi sadece ışık var.



20 Temmuz 2012 Cuma

Çilekler çürüdü

Evimde başlaması hem zaruri hem de belirsiz tadilat sebebi ile dağıtılması gerekenleri ve dahi vermeye bir türlü elim gitmeyenleri dağıtıyorum...

Şu an kapladıkları alan açısından ağırlığı yatak yorgan kıyafet gibi şeylere versem de elime notlar geçmiyor değil.

Daha salı günü bana yardıma gelen ablamla verilecekleri ayırırken acildeki ilk kan sonuçlarına denk geldim. Öleceğini sandığın gün, 9 Mayıs 2011, günlerden pazartesi, ilk ciddi trombosit ihtiyacı, kan değerleri istek kağıtları vs...

Ne olduklarını anladığım an hiç okumadan -yalnız olsaydım okurdum ve daha uzun sürerdi- ağlayarak kağıtları yırtıp attım...O tarihi, o gün olanları istesem de unutamam ki zaten ama rastladığımda beni üzecek bir şeyi niye tutayım diyebildim ilk kez. Başka hiçbir şeyini atamıyorum biliyorsun. Sağlık raporların, pet çekimlerin, babamın sağlık raporları... Hiçbirini atmaya hazır değilim, atmalı mıyım ondan bile emin değilim. O gün kağıtları yırtarken sanki senden bir parça yırtıyordum. Affet beni anne, dedim yırtarken. Affettin mi?

Bugün yönümü yine kutu eşya vs atmaya yöneltmişken elime yine birkaç dosya geçti, açmış bulundum. Bir sürü kağıt, en öndeki ikisini aldım sadece. Biri önemsiz ve gereksizdi, yırttım attım. Diğerine ise not yazmışım, sürekli unuttuğum için... Arkadaşımın ben ve sen yeriz diye aldığı, senin yoğun bakıma kaldırıldığın için benim ise vaktim olmadığı için berbat bir yazıyla -kim bilir ne kadar yorgunmuşum- dolapta 'çürüyen çilekleri at' diye not yazmışım. Unutmuştum ben onları. Uzun süre dokunmadım, geceleri eve geldiğim halde bir türlü atamadım. Bunu anlayan bir arkadaşım en son benim atamadığımı fark edip sen henüz hayattayken çilekleri attı. Atılacaklar çileklerle bitmedi, öldüğün gün müydü emin değilim, sonrası mıydı, ikisi birden miydi bilemiyorum, arkadaşlarımdan rica ettim çürüyenleri atmalarını, şimdi anlıyorum ki ondan dolayı ne zaman dolapta bir şey çürütsem içim acıyor, sırf zar zor kazandığım veya arkadaşımın aldığı meyve sebzenin boşa gitmesi değil beni ağlayacak kadar üzen. Dolabıma aylarca bir şey sokamamam tuhaf değil. Geç başlayan esas yas süreci ile bunları yeni yeni kırıyorum ve bir şey çürüyecek diye ödüm kopuyor çünkü sanki onlarla ben de çürüyorum.

Çilekler çürüdü anne, ben çürüdüm. Çürük yanlarımı atmaya, başka yerlerimi çürütmemeye çalışıyorum şimdi. Her yanım çürük dolu. Benim dışımda evimizin iki odasının altı da buna dahil. Sen gidince beni çok ezmeye kalktılar anne, her yanım biraz da ondan çürüdü. Sen kim olduklarını görüyorsun. Allah belalarını versin, bela okumayı sevmem ama maalesef bu insanlara başka kelime bulamıyorum. O kadar çok bedduamı aldılar, tek güvendiğim şey karma anne. Artık yakın zamanda görüyorum karmanın dönüşünü. Herkes günahının bedelini öder, herkes çürüttüğü kadar çürür de.

Ben kendime söz verdim, kendimi çürütmeye asla izin vermeyeceğim. Hukuki anlamda haklı olduğum hiçbir şey için kendimi üzmeyeceğim. Sen de olsan öyle yapardın. Keşke ben de senin gibi güçlü olabilseydim, şimdilik değilim ama olacağım. Sana olan borcum bu benim anne.

13 Temmuz 2012 Cuma

Çok mutsuzum anne

Çünkü ölümü tanıyorum artık, bilmenin laneti. Bak başıma ne geldi bugün. Dün arkadaşımla bir şekilde kediye kullanırız diye bahsettiğimiz siyah beyaz şalın bugün bir kediciğe kefen oldu. Şaka gibi...

Bir de o kedicik meğer her akşam iş çıkışı gözüne iyileşsin diye krem sürmeye gelen kişinin getirdiği kediciğiymiş... Haberi olur mu ki? Ne kadar büyümüş sıpa, tanıyamadım, adamın içine doğar mı? Çarpıp da bir de üzerine utanmadan hala nefes alan, can çekişen bebeğini bir de çöpe attıklarını bir şekilde hisseder mi?

http://bigcatsdiary.blogspot.com/2012/07/sizin-insanlgnz.html

Onu bulduğumda da, veterinerin teşhisinde de öleceğini biliyordum, çünkü artık ölümü tanıyorum. Canımın içine transamine çıkardıklarında ağlamaya başladım, aklıma sen düştün. Diyemedim uğraşmayın Azrail başında bekliyor, sadece daha fazla acı çekecek böyle.


Şimdi o da kedi cennetinde, hayatımda ilk kez bir kediyi uyutmaktan başka bir çarem kalmadı. Ölümü izledim, içim bomboş, çok mutsuzum anne. Çok bitkinim. Keşke senin gibi güçlü olabilseydim. İnsanlar seni tanımadıkları için beni güçlü sanıyorlar...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Kağıt Mendil

Aslında bugün senden değil de babamdan bahsedecektim anne, bunca yıl sakladığınız ta üniversite yıllarınızdan kitaplar, defterler... Öğrencilerinin seni biliyormuşçasına babam için ne denir okul yıllığı mı? Ona yazdıkları adres...

Bir yandan hayatta çok acı var anne, bir kadın var. Temizlikçiymiş, artık temizlik yapamıyormuş, iki adet 6 metrekare oda ve tuvalet dışarıda mutfak yok... Oraya 350 lira kira ödüyor her ay, suyu bile yok kadının! Yer de Ümraniye.

Kadın o hali ile bile yirmiye yakın kediye ve ikisi felçli sekiz köpeğe bakmaya çalışıyor, kendi yiyecek ekmeği küflü, yanına peyniri bile yok, herhangi bir şeyi yok, kadın suyu komşulardan alıp o ekmekle hayvanlara papara yapıyor anne.

Kalan eşyalarının hepsini, örtüleri, brandayı, senin ve babamın yastığını, kısacası barınağa göndereceğim eşyaların hepsini ve senin eşyalarını ona vermek istedim, cuma günü eline geçecek, ben de hazırlıyorum.

Açmayı unuttuğum bir çekmece vardı, küflenen dolapta, oradan eşyalarını katlayıp koyarken bir hırkanı buldum anne ve cebinde hiç kullanılmamış kağıt mendiller vardı, selpak, senin mendillerine ağladım anne, oysa sen kim bilir ne düşünüp de koymuştun. Senin için döktüğüm göz yaşlarını bekliyorlarmış meğer, kimin aklına gelir temiz bir hırkanın içinden mendil çıkacağı. Üstelik hırkayı poşetlemişsin bile... Bir daha giydiğimde kullanırım diye koymuşsun, bir daha hiç giyememişsin...

Hala sana dair bir şey beni niye bu kadar acıtıyor anne? Kıyafetlerinden severek giydiklerim var, seni sen yaptığı için sakladıklarım var. Onlar acıtmıyor bilakis mutlu ediyor üzerimde olmaları, diğerleri niye bu kadar acıtıyor anne?

Hangi yaram kanıyor benim?

10 Temmuz 2012 Salı

Melek

Daha dün onların aslında hep benimle olduğunu konuşurken bugün bu notu buldum, annnemin el yazısı, ne zaman yazmış, babama mı, bana mı, kime yazmış bilmiyorum ama şu an benim elime geçtiğine göre bana demiş ki...


"Dün gece sen uyurken bir melek gönderdim. Seni izlemesi için. Umduğumdan tez geldi.

Sordum niçin? Dedi ki bir melek bir başka meleği izleyemez."

Annemmmmm...


9 Temmuz 2012 Pazartesi

Geçen sene sanki daha kolaydı...

Bu seneki doğum günü yazımı kendime hediye ettiğim doktor kontrolüne koşmadan önce yayınladım ve gerisi gelmedi.

Bir arkadaşımı bekliyordum, döngünün hassasiyetinden dolayı bir o kadar ben de hassastım ve bir meltem gelecekti Ankara'dan. Haber bekliyordum, tam bir Godot'yu beklerken havası tüm günü ve hatta geceyi esir aldı.

Cyrano nerede? Cyrano nerede?


Ankara'dan esecek meltemi beklerken başka bir limana attım kendimi, annemin beni doğurduğu günde ve yaşta içime doğan şey gerçekten içimde doğmuştu. Tuhaf sezgiler, tuhaf tesadüfler... Liman yaşlıydı.

Cyrano'dan haber bekledim, mesajlaştık, sığındığım limanda annemden bahsettik, diğer insanların hayatlarından... Başka insanların hayatlarını o kadar uzun dinlemek zorunda kaldım ki fenalık geçirdim, 'Doğum günümde reva mı lan!,' diye içten içe isyan ettim. En son saat akşam beş altı suları Cyrano'ya saat 12'den sonra kabak olacağımı söyledim. Benim için tarihler önemlidir. Bir günün günü o günse o gün, o gün gibi olmalıdır, yoksa olmaz. Geleceği yerden o saatten sonra yetişemez.

Zaman eğilip bükülse de elimizde tuttuğumuz zaman önemlidir.

Sonra ben sarıp unuttuğum yoğurdumu hatırlayıp eve koşacak, canım dediğim arkadaşıma bir kart yazacak ona bir hediye verecektim. Daha doğrusu veremeyecektim. Ankara'dan hala esen bir şey olmadığı gibi haber kanallları da kesilmişti, ne yapacağımı bilemiyordum çünkü Cyrano'yu bekliyordum. Beklenti kötülüklerin en büyüğüdür derler ya, öyle bir şey.

Başka bir meltem aradım, bulamadım.

Arkadaşıma özellikle o gün vermek istediğim şeyi veremedim. Basitti aslında, hediye bile değildi, günün anlam ve önemini yazdığım ve çocuk istediğini bildiğim için hayırlı bir evladı olmasını dilediğim hayata düşülmüş bir anekdot. Almadı, yarına kadar da almayacak. Bugün konuşmasak yarın da almayacaktı.

Oysa ben bırakmak için koşturmuştum, evde bulamadım, komşusuna bıraktım, o gün alsın çok istiyordum, benim için çok önemliydi. Bir yandan Cyrano'dan haber bekliyordum, oturdum çorba içtim oğluşumla, romantik. Amma doğum günü yemeği.

Sonra Sapan'ım Alaybozan'ım aradı, ben hala aynı elbisemle, bekliyorum.

Ben Ankara'dan meltem beklerken bir esin geldi, daha doğrusu aradı, son yarım saat, durumu anlattım, 'Dur dur bende ucundan yediğim bir muzlu rulo pasta var,' dedi, koştu getirdi -telefondayız bu arada- 'Mavi beyaz da bir doğumgünü mumu buldum ve yaktım,' dedi. Ben dileğimi diledim, o mumu üfledi. Sonra ben iki tekila shot attım ikimizin yerine. Son dakikada da olsa herhalde en ilginç doğum günü kutlamamı gerçekleştirmiş oldum.

Bu arada Godot'yu hala bekliyor ve endişeleniyordum, yorgunluktan uykusuzluktan ölmeme rağmen 3:20'ye kadar bekleyip yattım. Beklediğiniz şey meltem sanırsınız ama o bir esin, bir esin'tidir bazen.

Geçen sene daha kolaydı, öğleden sonraya kadar ağlayıp bir anda kendime kızdım ve gittim Rapunzel'e dönen saçlarıma abuk subuk bir adam tırmanmaya kalkmadan saçlarımı kestirdim. Arkadaşlarım beni yemeğe, sonra pasta kesmeye götürdü, nihayet mideme gerçek bir yemek girmiş oldu. Acım daha çok yeniydi, daha çok sarsıktım ama o gece mutlu oldum, evden çıktıktan sonra hiç ağlamadım, eve gelince de. Balonum bile vardı.

Bu sene sanırım yarısını ağlayarak geçirdim, koltuğumda oturup aynı elbise üzerimde Sapan'ımla, Esin zillisi ile konuşarak geçirdim. Ertesi gün uyandığımda çok üzgündüm. Hatta ağlıyordum. İçim garip bir şekilde yanıyordu. İlk defa bir doğum günümü hiçbir arkadaşımı görmeden geçirmiştim, belki ondan.

Ne zamandır görmek istediğim ve bir türlü görüşmeyi beceremediğimiz bir dostumu aradım, meğer bu zamanı beklemişiz. Aynı akşam üzeri başka arkadaşlarımı görüp komik bir pastalı kutlama daha yaptım, içimden öyle geldi. Bir önceki gün içimde kalmış demek, ölmüş annem ve babamın bile doğum günlerinde seremoniyi hazırlayan ben kendim için bir şey yapamamanın getirdiği huzursuzluğu atamamıştım.

Godot hala gelmedi, Cyrano nerede? Biri cevap versin!

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Doğum sancıları

Bugün benim doğum günüm. Aslında henüz değil, henüz daha doğmadım ben.

Sevgili annecim,

Şu an karnından çıkmaya çalışan benim tekmelerimle hastaneyi inletiyorsun. Bir komşumuz 'Bu kızcağızın burada kimsesi de yok, tayini yeni çıkmış, akrabası yok, ne yapacak,' diye doğumhanenin önünde seni bekliyor. Hastane çığlıklarından yıklıyor. Herkes komşumuz olan boncuk gözlü babaannemi annen sanıyor, oysa senin annen yok. Kimsen yok. Benim de yok. Aslında hep kimsesizdik.

Şu an benim olduğum yaştasın. Evleneli bir sene olmuş. Günlerden yine cumartesi, herkes hala hayatta olan manevi babaaaneme 'Kızın mı?,' diye sormaya devam ediyor. Canım boncuk gözlü babaannem endişe içinde doğumunu bekliyor. Acıdan bayılmak üzeresin. Tekmeler gece başladı, apar topar koştunuz hastaneye, zaten daha taşınalı ne kadar olmuştu ki o evinize? O zamanlar herkesin her şeyi olan komşularımız vardı, o zamanlar farklı zamanlardı.

Daha acı çekeceksin anne, ben gün ağarırken ancak geleceğim. O anki duygularını kimseye tarif edemeyeceksin, babam da öyle. Babam bana bir şiir yazacak. Minicik bir kağıda. Adım çok öncesinden belli. Yıllar öncesinden kızım olursa diye bir öğrencinin o zamanlar ünlü olmayan adını seçmişsin bana. Şimdi herkeste var. O zamanlar yoktu, o zamanlar özeldim. Belki hala öyleyimdir.

Babamın yazdığı şiir umarım bir yerlerden çıkacak.

Bana bir ay dokunamayacaksın, kedi yavrusu kadarım, üst komşumuz ciciannem bir ay boyunca kundaklayacak, bakacak bana. Annen yanında yok, öz annen 6 yaşından beri yanında yok, o yaşta annesiz kalmışsın, diğeri ise sen bana dört veya beş aylık hamileyken  'Ben ayağımı kırdım sen gelmedin,' diye sitem etmiş. Bana hamileyken aylarca ağlamışsın. 'Kendi annem olsaydı, kendi de anne olsaydı yapmazdı,' diye. O dönem yollar şimdiki gibi değil, anneannem uzakta. Nasıl gideceksin? Düşebilirim, çocuğunu düşürebilirsin, sen benim düşmemi istemiyorsun, hiç istemedin ki. Annemsin sen benim, bir anne çocuğu düşsün ister mi? Benim annem istemez, benim annem şu an gerçek bir melek ve tekrar ayağa kalkmamı bekliyor. Çünkü düştüm ben, içe kapaklandım.

O kadar sıkıntı yaşamışsın ki bu durumdan ötürü, sonra o sıkıntı sana göre bana yansımış.

Doğum sancılarını hissediyorum anne. Günlerden yine cumartesi, beni doğurduğun yaştayım.

Ve ben yeniden doğmak istiyorum.Saat şu an 01:20, üç saat kadar dayanmak gerekecek. Ben doğacağım ve biraz sonra ezan okunacak.

Üç mum eşliğinde yazıyorum bu yazıyı sana. Babama. Kendime. Üç farklı yerde aynı ateşte yanıyoruz, hepimizi kutsuyorum. Mumlarınız içimde hep yanıyor. Kendileri sönene dek de yanacaklar. Sizi çok seviyorum.
 
Bugün benim doğum günüm, sarhoş değil gözü yaşlıyım, her zamanki sandalyemde, annemin beni doğurduğu yaştayım.

1 Temmuz 2012 Pazar

Anne ben hoşaf içtim...

Halbuki bir daha nasıl içerim diyordum... O geceden sonra, kan kusup da hoşaftan oldu dediğin son gecenden sonra, nasıl içerim diyordum, köyde önüme hoşaf konduğunda durakladım, çok uzaktan akrabamıza o geceyi anlatım, bence hiçbir şey anlamadı. 'Ne hoşafı?' dedim, 'Erük,' dedi. İçtim.

Anne ben hoşaf içtim. Artık hiç içemem sanmıştım. Bana bir şey olmadı....