30 Haziran 2012 Cumartesi

Sorry mama, but tonight I am cleaning out my closet...

Aslında 21'inin gecesi yazacaktım bu yazıyı, sonra 22'si oldu, 23'ü oldu, oldu da oldu.... Araya bir sürü ekstra sıkıntı, dert girdi. Hayat devam ediyor derler ya, hayat devam etti.

Aynı geçen sene Zincirlikuyu'dan alıp feribotla götürür gibi götürmek istedim, deniz otobüsü ile gittim, bu sefer sensiz. Akşam olmuştu mezarın(ız)a vardığımda, vapura bindiğim andan oraya gidene kadar hüngür hüngür ağladım, geçen seneden çok ağladım. Bir ara Dario Moreno ipod'dan bir şarkı ile içimi yaktı, Hatıralar hayal oldu, içeriğinde değilim, sırf şarkının adı yeter, o an gözlerimdeki yağmur boşandı.

O geceyi annem ve babam için emek verdiğim evimde geçirmek istedim, manevi bir anlamı vardı, ne bileyim gecenin getireceklerini... Bunlar maddi olaylar veya değil, bir sürü sorunla cebelleştim, en son nefes alamaz oldum ve bu tarafla cebelleşmek için buraya bir nevi kaçtım...

Orada cuma, cumartesi evin sorunları ile uğraşmakla geçti. Sonra pazar günü bir ablam annem ve babamın mezarını görmek istediğini söyledi. Mezar başında dertleştik, annem artık biliyor ona neden kızgın olduğumu, neden uzak kaldığımı, neden kırıldığımı... Hepsini biliyor. Ve benimle mezara gelen, fotoğraflarını gösterene kadar tanımadığını zanneden ablam da biliyor, hiç tanımadığını sandığı, sırf benim annem babam oldukları için ziyaret etmek istediği insanları tanıdığını da biliyor. Karşılaştıklarında annem babam sağlıklı olduğuna göre ben daha çocuğum, ben hatırlamıyorum.

Ben anlatırken onun da duyduğunu, beni izlediğini düşünerek gülümsedim. Aklıma geçen sene geldi, daha çok yeniydi, İstanbul'a dönmüştüm, duş alıyordum. Annem yıllarca saçlarımın nasıl olup da fayansa yapıştığını gidere akmadığını veya az aktığını merak ederdi, içimden 'Şimdi biliyorsun anne,' dedim ve gülümsedim. Annen öldü ve sen çıplak kaldın. Artık dökülen saçları kolay toplamak için vücudundan alıp fayansa yapıştırdığını biliyor. Yıllarca hep merak etti, hiç anlamadı, ben de hiçbir şey söylemedim.

Sonra aklıma son dönemlerinde ettiğimiz bir kavga geldi, sebebi küvet gideri, annem ben banyodan çıktıktan sonra beni gidere koyduğumuz ekstra gideri, o metal şey -çünkü kendisinin yok- atmakla suçladı, bir sürü şey saydı. 'Anne, neden böyle bir şey yapayım, niye atayım,' dedim. Hiçbir şekilde dinlemedi. O kadar çok bağırıyordu ki oturup ağlayacaktım, sinirden titriyordum, halbuki banyodan yeni çıkmıştım ve sakin olmam gerekiyordu, lodosimou'yu buldum msn'de, ona anlattım, bence hiçbir şey anlamadı, sonra sanırım ağladım. Halbuki bir saat sonra pompanın içine sıkıştığını görecektim. Gösterdim, bir şey demedi. Özür dilemedi. Hiçbir şey demedi. Hastalığına verdim ama ne kadar zordu, ne kadar zordu sevdiğin insanın aldığı tedavilerle bambaşka birine dönüştüğünü izlemek, ne kadar zormuş en sevdiğinin günden güne ölüme yaklaşmasını izlemek, öleceğini bilerek yaşamak. Ben kendime ne kadar yüklenmişim, ne kadar boşuna suçlamışım, aldığı tedavilerden dolayı bozulan sinirleri, psikiyatra götürmek istediğimde klasik 'Git sen tedavi ol,' demeleri... Hiçbir şey yapamamak. Acı çektiğini görmek ve hiçbir şey yapamamak. Ne kadar zor, bilir misiniz?

Dün Entu ile çektiğimiz fotoğrafları bilgisayara yükleyeyim dedim, arkadaşımın geçici verdiği netbook'u kullanıyorum, laptop'ım serviste, bir garip çıkardı her şeyi, aramak zorunda kaldım, tam fotoğrafları buldum, yüklemek için tıkladım ve fotoğrafların altında annemin son dönem çekilmiş koldan ibaret bir fotoğrafını gördüm, mosmor olmuş, delik deşik ama hala dik, hala direnen kolunu, üzerinde benim mavi tişörtüm var.... Ağlamaya başladım, halbuki Entu modumu biraz da olsa değiştirmişti. Hayat, beni neden yoruyorsun?

O fotoğrafları çekip annemin en fazla yüzünün yarısını bile çekmemem, yoğun bakımdan önceki gün arkadaşımla beraber çektiğim fotoğrafında fotoğraf çekilmesini sallamayıp yarım yurum görünmesi ve son fotoğrafının, dijital kayıtlarda olan, o olması...

İnsan sevdiğinin göz göre göre ölüme gittiğini görse bile konduramıyor, benim gözümdeki son görüntüsü ise beyazlar içinde son uykusunu uyurkenki hali. Saf bir huzur hali. Sonra bir daha gördüm yüzünü, artık yaşamıyordu, çektiği çok büyük acı yeni dinmiş gibi bir ifade. Ama ben en son o beyazlar içindeki meleği hatırlıyorum hep. Son uykusuna yatmış meleği.

Sonra ayın 25'i oldu, 25 mayıs babamın ölüm yıl dönümü, 25 haziran Kazım'ın, 20 haziran annemin... Bunu fark ettiğimde kendimi babamın ve elbette aynı anda annemin mezarına attım. Kazım'ı ancak orada anabilirdim sanki. Hemşerisinin yanında, belki yukarıdan beni izleyip babamla horon teperken...Keşke!

Ertesi gün Bursa'daki son günüm oldu, bu taraf çok karışmıştı, cam kırıkları açık pencereler, dönmem gerekti artık... Dönerken yine deniz otobüsüne gidiyorum, eminem dedi ki:

I'm sorry mama
I never meant to hurt you
I never meant make you cry
but tonight, I'm cleaning out my closet
one more time

Şimdi eşyaları ayıklayıp evimi gerçekten benim evim yapmak için büyük bir çaba veriyorum, gidecekler, edecekler... Aklıma o şarkı geliyor, pazar günü mezar başında ablama anlattıklarım geliyor, hayat şaka gbi şarkıları karşıma çıkarıyor. Cleanin' out my closet...

Anne, özür dilerim, seni asla incitmek istemedim, seni asla ağlatmak istemedim ama bu gece bir kez daha pandora'nın kutusunu boşaltıyorum. Üzerim(iz)de yük kalsın istemiyorum ve sana dair şeyleri atarken ağlıyorum.

Her gün bir şeyler gidiyor gitmesi gereken... Yeni yaşıma "hafif" girmek istiyorum. Beni doğurduğun güne denk geliyor bu sene. Hayata yeniden başlamak istiyorum.

Her ölenle biraz daha ölünür aslında

Ölenle ölünmez derler ya, aslında her ölenle biraz daha ölünüyor, ta ki kişi kendi ölümüne ulaşana kadar...

Ben bu yazıyı sana yazdım, kim olduğunu bilmediğim sana, aslında ben yazmadım, sadece o acının içinde, kenarında, köşesinde ben de varım. Hayatta ne çok acı var.... Hiç kimse yaşamasın diye dilediğimiz ne çok acı... Bu yazıyı sana "o" yazdı:

"'99 yazıydı, bir sene önce babamı kaybetmiştim kanserden ve senin kanser olduğunu öğreneli 4 ay olmuştu yaklaşık. Doktordan beraber çıkmıştık, elele. Yürüyememiştim ben, zangır zangır titriyordum. Sen teselli ettin beni, ayağa kaldırdın geri. Dört ay sonra ben seni kaldıramadım, gücüm yetmedi.

4 ay her gece dualar ettim ölme diye, eğer illa ölecekse biri ben olayım diye. Olmadı, sen öldün. Ben kaldım. Ben seni mezara koydum ellerimle, üzerine toprak attım. Toprak kokusunu ne çok severdin sen. Yağmur yağmaya başlayınca yürütürdün beni sokaklarda. Keşke daha çok baksaydım yüzüne o yürüyüşlerimizde.

Sen gittikten sonra çok değiştim ben. Vicdansız oldum, umursamaz oldum. Korkusuz oldum diyemem çünkü şimdi düşününce o hissettiklerim de umarsızlığın bi parçasıymış. ''En fazla ölürüm'' diye düşünerek saçma sapan şeyler yaptım. Ölmedim. İlaçlar verdiler bana seni unutayım, acım azalsın diye. Almadım hiç birini. Senin acın geçsin ister miyim ben hiç? Senden bana kalan tek şey o. Hiç kaybolmayan bir burun direği sızlaması.

Birçok insanın başından korkunç olaylar geçiyor, geçmiştir. Buralar iyice kötü oldu zaten. Yine de kimse sevdiğini gömmesin elleriyle. O mezara sevdiğini bırakıp çıkmak çok zor, ne kadar dua etseniz de ölüp kalmıyorsunuz orada.

Sana verdiğim sözlerin çoğunu tuttum. evlendim, bir kızım oldu. Senin adını verdim. Seni hiç unutmadım, hep gülümseyerek andım. Sadece eskisi gibi neşeli olamadım, olamıyorum. İçerken arkadaşlarla gülüp eğlenirken, biraz arkadaki masada seni görüyorum. Kadeh kaldırıyorsun benimle. Yaklaşabilsem sana keşke. Zırt pırt kalkmaz o kadeh diye kızsan bana, sırf sen bu lafı et diye yaptığımı bile bile. Bi damla yaş akıyor işte, tutamıyorum.

Yıllar geçti hep aklımda o soru. nasıl olurdu? Hiç bilemiycem, kavuşamamakmış aşkı yaşatan belki. Kimse yaşamasın ama, bilmeyiversinler.

Bir kez daha hoşçakal, eskiden gülen gözlerimin sebebi."

Behçet Aysan der ya, 'Her şey geçer, aşk da, acı da, ölüm de, tortusu kalır.'

Ezberden yazmıştım, kitaba baktım, şiir Tortu:

"her şey geçer
aşk da
acı da geçer, ağla-
maklı bir şarkı
ayrılıkların
üzerinden.

....

tortusu kalır"

O kalan tortu yeri gelir insanın içini çok acıtır.


29 Haziran 2012 Cuma

Horon teptim senin için ela gözlüm

Başlık Soner Günday'ın Orçun Kunek karakterinden bir parça gibi göründü bir an.

Bugün nedense zırlak bir günümdeydim, her şeyi baştan deşiyorum, evi sadeleştirmeye çalışıyorum, tahammülüm kalmadı. Aldım elime bir çekmece, içinde zarflar, içlerinde annem ve babamın ayrı ayrı öğretmen kartları, babamın branşına matamatik yazmış meb, ayrıca köyüne borç yazmakla kalmamış, annemin göz rengini ve boyunu sormuş, bir santim de kıyak geçmiş anneme boyda.

Bunlara ve pul koleksiyonuna bakarken bir zarftan birkaç fotoğraf çıktı, babam, arkadaşları, babam horon tepiyor, çok hoşuma gidiyor o fotoğraflara bakmak, horon teperken yüzündeki o mutluluğu görmek...

Bugün ise ağladım, annemin kalan kredi kartlarını kestim attım, öldükten sonra kısa bir süre içinde tüm borçlarını ödemiştim. Hayatı boyunca bitmedi diye çok üzüldüğü borçlarını.... çekmecesini ayıklamaya başladım. Geçen sene artık yürüyemeyecek durumda olduğu için girdiğimiz yol üzerindeki rumeli köftecisinin fişi, 9 mart... 21 şubat biyopsi için devletin ödemediği 83 liralık malzeme parası... ama esas içimin kartları keserken bu kadar acımasının nedeni devlete yirmi küsur yıl hizmet etmiş bu idealist öğretmenin cüzdanında sadece dört adet 25 kuruş ve bir adet de 1 kuruş olmasıydı sanırım. O cüzdanı saklıyorum, saklayacağım.

Neyse, ben babamın horon fotoğrafına bakarken üst komşum seslendi, 'parkta konser varmış gitmek ister misin?' diye sordu. 'Kim?' 'Karadenizli bir grup Kazım Koyuncu'nun eski grubuymuş,' dedi. Olduğum gibi şişmiş gözlerle fırladım. Zuğaşi Berepe?

Meğer grup Entu imiş, hemşince karşı demekmiş. Çok şeker bir vokalisti varmış. THY çalışanlarının da orada olması çok güzeldi, insanlara esas dertlerinin ne olduğunu anlattılar bir kez daha. Tişörtleri çok manidardı.

Ben gider gitmez göreyim grubu derken sahnede horonda buldum kendimi, kanda var ya, iki ayak hareketine bakınca kapıyorum. Bol bol horon teptim, babamı düşündüm, görse ne kadar hoşuna gideceğini... evdeki ağlak modumdan birdenbire sıyrılmıştım çünkü dışarıda olmak iyidir.

Sonrasında grubun vokalisti ile de paylaştım, gerçi aşırı özet geçtim, 'babam 17 annem 1 sene önce öldü, evde ağlıyordum, babamın horon teperkenki fotoğrafını gördüm ve o an komşum beni buraya çağırdı, karadenizli olduğunuzu duyunca koştum geldim, tüm modum değişti,' dedim. 'Önemli olan da bu zaten hayat devam ediyor,' dedi. Ne bilsin babamın ölümünü yeni kabul edebildiğimi, annemim ve babamın ve Kazım'ın aynı hastalıktan öldüğünü ve yaslarını yeni yeni tam anlamı ile tutabildiğimi... Lafı uzatmadım, o sözleri söylerkenki cesaretlendirici tavrı bana yetti. Ben sadece bilmesini istedim çünkü kan garip bir şey, çekiyor.

28 Haziran 2012 Perşembe

Hayat benimle dalga geçiyor...

Geçen sene doldurduğum bir sanığı içindekileri havalandırmak için açıp temizleyeceğim, defterler, notlar, kitaplar... aklınıza gelebilecek her şey... Gözüm annemin sakladığı bir kenarı kırmızı şeffaf dosyaya kayıyor, benim ilkokul testlerimi barındıran dosyalardan biri ve gözüme takılan cümle:

İlk soru, uzun bir metin ve soru şöyle:

Aşağıdakilerden hangisi öğretmenin özelliklerinden biridir?

a. Mustafa'yı çok seven biri olması

Öylece kalakalıyorum, cevap a, cevap her zaman a idi, hayat benimle taşak mı geçiyorsun?

Arka fonda who wants to live forever çalıyor ve bu parçanın çaldığını fark ettiğimde duyduklarım en can alıcı kısmı parçanın:

Touch my tears with your lips
touch my world with your fingertips...

27 Haziran 2012 Çarşamba

O kadar yorgunluktan sonra, yeniden


21 Haziran'dan itibaren çok şey yazacağım, eve geldiğimde gördüğüm manzara hala beni yoruyor, hala çok uykusuzum, cep telefonumu kapatayım da kimse rahatsız etmesin derken bana bağırıp telefonu suratıma kapatan arkadaşım eve hırsız girdi endişesi ile eve girip onca yorgunluğun üzerine daha 5 saat uyumadan uyandırmış bulundu, ben sabaha kadar cam kırıkları temizledim yoldan gelince, yoldan dün geldim. Geçen zamanın notunu düşmeden önce kendimi hypnos'un kollarına bırakıyorum ki;

May the moon renew your energy while you're sleeping,
and the sun give you radiance through the day.
May the rain wash away all your troubles,
sending you a rainbow to show you the way.
May all your worries be small ones,
and your shadows be lightened by stars,
and your heart feel as light as a snowflake,
feeling happiness wherever you are.

Kedith: O kadar yorgunluktan sonra niye okunamaz hale gelmiş bu yazı anlamadım, düzeltiyorum.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Birbirimizi üzmemek için konuşmuyorduk

Günün en vurucu cümlesi bu sanırım.

Nasıl bir yıldönümüydü? Tabula Rasa özlemi ile dolu bir gün diyebilirim.

Tüm kışın kabusunu üzerinde taşıyan halıları hazır yokken yıkatmaya vermek için beklerken sabah elime kan duyuruları zamanındaki kağıtlar geçti, haydefineysin, Batuhan Ersöz... bir sürü isim...

Bugün bir dönüm noktası olmalıydı. Nasıl? Bilmiyorum. Sadece geçen seneye baktım ve nasıl bir kabusun, nasıl bir pusun içinde olduğumu gördüm, kendime yüklenmiyorum derken bile kendime ne kadar yüklenmiştim. Yaşadıklarımın kolay olmadığını kabul etmek neden bu kadar zordu?

Her şeyi temize çekmeye çalıştığım için laptop'ımı da bugün servise vermeyi düşünüyordum ama içini boşaltamadım, derken annemin ahretliğinin fikri olan annemin yıl dönümünde toplanıp çekirdek kadro bir dua okuma seremonisine geç kaldığımı fark ettim.

Niyetim helva kavurup dağıtmaktı ama eve yarımda gelince öyle olmadı. Bu niyetle verdiğim tek şey komşum bilişim dergisine kablo desteğini iade ederken annemin bir sır gibi sakladığı Efes dark'ı vermekti. Niye öyle saklamış hiçbir fikrim yok, Efes içmem ki ben. Değişik bir dağıtım oldu ama onun yüzünden... Sanırım hep merak edeceğim niye orada ve niye öyle sarılı olduğunu.

Evden bir koca torba yün çıktı, rutubet sorunundan nasibini almış, bir bilene sordum, koy çöpün yanına alan alır dedi, öyle yaptım.

Sonra yıllar önce annemle konuşmak için edindiğim avea öğretmen hattı, ki sonra kontörlü olacaktı ve kapatma isteğimi kabul etmeyeceklerdi, annemin telefonuna yerleştirdiğim ve asla dokunamadığım için nihayet kapanmıştı. Kartını kırdım, attım. Annemin telefonunu da önce bir kıyıya bıraktım, sonra içinde belki telefona kayıtlı bana dair bir mesaj vardır diye geri aldım, aylardır şarj edilmediği için bilemiyorum ama yeni hattımı takmak da istemiyorum. Telefonu ihtiyacı olan birine vereceğim. Yol ortasına bırakmaktan vazgeçtim.

Bu yazıyı yazmadan önce dünkü yazıyı yazarken eriyen mumların yerine yeni şamdan mumları koydum, keşke annneler günü indirimde daha fazla şamdan mumu alsaymışım. Sonra mutfağımı temizledim ve türk kahvemi aldım, annem çok severdi.

Dua seremonisi beklediğimden keyifli geçti, bir kere kısaydı, gereksiz yere uzun değildi, zaten görüşmek isteyip görüşemeyen çekirdek kadro görüşmüştük. Hazırlanan sofrayı görünce inanamadım, ben kendimi zor götürmüştüm.

Annemin ölümü üzerinden bir yıl geçtiğine ve bu nedenle orada toplandığımıza da inanamadım. Zaman çabuk geçermiş, ben eğilir bükülür sanıyordum.

Bu seremoninin esas fikir sahibi hastaneye kaldırıldığından o yoktu. Bana başka bir güne ertelemek isteyip istemediğim soruldu. Benim için her şey olması gerektiği gün yapılmalıdır. Başka türlü anlamsız buluyorum. Dedim biz yine de yapalım.

Geceyi hastanede sonlandıracağımı ben bile bilmiyordum, annemin ahretliği tabir ettiği hastanede yatan ablasına gittim, kan takılması gerekiyordu ve kan takılırken yanında birisi olsun istiyordu, dört çocuktan kimin gideceği muallaktaydı.

Ben uğradığımda kan yeni takılmıştı, seremonimizi yaptık, onun için ve annem için önemliydi, kan bitene kadar kaldım ve neredeyse 3 saat sürdü bir ünite kan... 5 numara kaldı yanında kısacası.

Böylece ne helva, ne laptop ve harici hdd sorunu, ne başka bir şey. Lali'nin hayatında yine bir hastane vardı, sadece bu sene gün başlarken değil biterken.

Annemden konuştuk bol bol, herkese annemin fi tarihindeki sağlık karnesi fotoğrafını gösterip fotoğrafta kim olduğunu sordum. O fotoğrafta ben de vardım, karnında...

Annemle iletişimimiz bir türlü olamadı bizim, geçen sene uzun bir yazı yazmıştım, belki cesaret edip elimi götürmeliyim ve buraya eklemeliyim şimdi.

"dün eve giderken ayaklarım geri geri gidiyordu, hırlının tek yapamadığı ölü kediyi gömmek... bana kaldı, mecbur döndüm, anneme demedim üzülmesin diye, gece kriz ondan gelmiş, hissetmişim demek... eğer bir şekilde kan değerlerini yükseltebilirlerse dalağı alacaklar çünkü yıkım orada oluyor(muş) elbette ameliyattan çıkamama riski yüksek ki ameliyata girememe riski de yüksek, her an kaybedebiliriz dedi doktor biraz önce. o velcade'ı uygulamayacaklardı zevalin'in üzerine, radyoterapi vereceklerdi ama iliğe dokunmayacaklardı... velcade'ın en sık görülen yan etkisi trombositopeni iken sırf denemek için uygulandıysa allah belalarını versin ne diyeyim. öyle bekliyorum şimdi. yapabileceğim her şeyi yaptım...

(deliberte, 10.06.2011 16:28)"

Esas yazıyı ise cumartesi gece yarısı perdeleri çekip annemin servis yatağında hüngür hüngür ağlayarak yazdım:

"dün yarım yurum bir şeyler yazmışım. anladığım kadarı ile herkes de zannımca patlamış kulağıma saygı gösterip gelişmeleri buradan takip ediyor. ben nasılım? bilmiyorum... anlamsız.

dün ben neden taksiciye o kadar sinirlendiğimi yazmamışım, hastaneye geldiğimde annemin yatağı toplanmıştı, telefonu yolda aradığımda cevap vermiyordu. 10 gibi telefonda konuşmuştuk, 10:30 sularında masif bir kanaması olmuş, tansiyonu düşmüş, o halde bile kızıma söylemeyin, panik yapmasın iyiyim ben nasılsa yolda geliyor demiş. o gece normalde 2 3 defa tuvalete kalkan annem hiç uyanmamış, bana atak gelirken iç organlar ince sızı kanamaya başlamış meğer... anneme bir şey oldu, anneme bir şey oldu korkusu gerçekmiş... abdala malum olur ya, işte ondan... o nasıl ilk acil gecemizde, hevipeyra'nın koşup trombosit verdiği, hırlımın çok üzüldüğünü bana söylediyse ve ben hırlı ile konuştuğumda annemle hiç konuşmamış olduğunu öğrendiysem ben de onu hissediyorum. anne sonuçta, canından bir parça...

ben annemle yaşayamayı hiç beceremedim, çok bocaladım, bazılarınızla sıkıntılarımı paylaştım, başka şansım yoktu, hastaydı ve benim annemdi. son dönemlerde ikimizin de sinirleri iyice yıpranmıştı, ben bazılarınızın duvarlarına ağladım. uncomfortably numb'ım. çok yorulmuştum, ne yapacağımı bilmiyordum, çok zorlanıyordum, üzülmesin diye belli etmemeye çalışıyordum ama saklayamıyordum da. son on küsur seneden sonra ben de pek sağlıklı kalamamıştım. niye yazıyorum bunları? bilmiyorum. belki o uncomfortably numb halimde kafamdan geçenler, kafamdan geçenler yüzünden duyduğum suçluluklar, elimde olmayan çıkışlarım, hem engel olamamam hem de acayip suçluluk duymam, bir ortasını bulamamam... artık sonlara yaklaşmış olduğumuz gerçeği, artık sağlığı ile ilgilenemiyor olmam, elimde olmaması çünkü kendi sağlığımla bile ilgilenemiyor olmam... ve en acısı da bunların içimi kor bir demir batırılmış gibi yakması...

anneme durup da hayatın kenarından baktığım her an çektiği acıları, annesizliğini, ailesinin ilgisizliğini, yıllar sonra zengin biri okuttu etti diye sırf parası(?) için iletişim kurmaya çalışmaları, bazılarının niyetini belli etmesi, bazılarının etmemesi, etse de annemin anlamaması, en yakınlarına yıllar sonra kavuşmuş olmanın getirdiği mahçup hüzün... annemin 5 yaşındayken ayrıldığı evine gitmiştik, gerçek evine, doğduğu büyüdüğü eve, annem her yeri hatırlamıştı, şurada şu burada bu diye ve aradan 50 yıl geçmişti, tam 50 yıl, yarım asır... ruhsuz ve lanet yengem bile duygulanıp ağlamıştı, annem çocuk gibi sekiyordu, onu hiç arayıp sormamış abilerinde ablalarında teselli arıyordu, benim içim acıyordu... çocuğummuş gibi bağrıma basasım geliyordu, yapamıyordum, hiç yapamadım...

belki de hiç yapamayacağım çünkü dün hastaneye vardığımda annemi yoğun bakıma almışlardı bile. önce hafif bir kanaması oldu, orada daha iyi olur bakılması dediler, sonra trombositler dalakta yıkılıyor, hiçbir tedaviye cevap vermedi bu durumda dalağı almamız gerekiyor ama kan değerlerinin yükselmesi lazım dediler... sonra bir doktor benimle çok önemli bir şey konuşmak istedi, o an her an kaybedebileceğimizi, dalak ameliyatına hazır hale getirilmeden bile sürenin dolacağını söyledi.

biliyorsunuz, bu lanet hastalıkla uğraşırken sonun kan ve seruma bağlayacağını biliyorsunuz ama yine de benim annem mücadeleci ki! öyle ki sevil bavbek'e gittiğimizde annemin lenfoma tipi mantle cell lenfomanın normalde 3 ayda götürdüğünü, non hodgkin olduğu, yani çok yavaş yayıldığı için şimdiye kadar geldiğimizi söyledi. daha sonra o acile yatma leylalığında arkadaşım aradığında ise artık bana getirmeyin diyecekti. çok garip bir şey söyleyeceğim, bu sözler beni üzmedi, sinirlendirdi. kimse kimsenin biletini kesemez, babam için, ki son evre ve metastas yapmıştı kanseri, bir aylık ömrü kalmış demişti o pezevenk doktor vakti ile, 4 sene yaşattık, annem babamı 4 sene yaşattı, akciğerdeki metastas ilk kontrolde kaybolduğunda doktoru inanamadı. beynine sıçrayan kısımdaki tümörü alan aykut erbengi'yi hiç unutmayacağım dedim çocuk halimle ve hiç unutmadım. emeği olan, geri çevirmeyen kimseyi unutmadım...

şu anki durum biliyorum ki kriz masası, kemik iliği o lanet olası ilaçlardan ötürü baskılanmış durumda ve bunun ne kadar süreceği belli değil, hep derim, hep yazarım, kanser değil tedavisi öldürüyor diye. yalan değil. uygulanan yüklemelere ve tedavilere cevap vermiyor ve bu şekilde yüklenmeye devam edildiğinde vücut verilen kanı kabul etmemeye de başlayabilir, dalak çıkarma operasyonu normal bir itp hastası için çok basit ve yüzde 95 başarılı iken annem gibi sürekli kanayan bir hasta için ölümcül risk taşıyor, bir yandan olmaması da risk taşıyor, alınmazda ne kadar devam edebilir bilmiyoruz, alınırsa da ne kadar devam eder, onu da bilmiyoruz. buradaki doktorlar çapa'dakilerin aksine iyileştirmek için epey çaba sarf ediyorlar, bir yandan da gerçekler var. dün görmek istediğimde yatağında oturur ve su içer bulduğum, bana barış aferezleri tamamlamış diye sevinçle haber veren annemi her an kaybedebileceğimi, her saniyelik görüşte beni gördüğünde -kapının tam karşısındaki yatak şansıma, yoksa yoğun bakıma almıyorlar- el sallayan annemi her an kaybedebilecek olduğum gerçeği içimde öyle bir döndü ki içim dışıma çıkana kadar ağladım. dokunamadım bile, ya gerçekten giderse, sarılamadan giderse? bana iki üç ay önce birdenbire ağlayarak sana hakkımı helal etmiyorum, düzenli beslenmiyorsun diyordu, valla düzenli besleniyorum anne, açlık hissetmememe rağmen bir şeyler yiyorum, ilaçlarımı aksatmıyorum, yemin billa kendime bakıyorum anne, eder mi acaba hakkını helal, benimki zaten helal olsun, ne yaptım ki? ne yapabiliyorum ki? lanet hastalığın gün gelip annemi yeneceğini hiç düşünmedim. o o kadar güçlüydü ki, ilik naklinde transplantasyona üç gün kala, boynunda kataterle teyzeme kendine dikkat et, kendine bakmıyorsun diyebiliyordu telefonda, kan bağı bile olmayan teyzeme... o o kadar güçlü ki, dün ben zırıl zırıl ağlarken ece uyuyor mu diye sormuş, onlar da evet demişler, aman sakın uyandırmayın, çok yoruldu o demiş, o halde bile beni düşünüyor, benim yorgunluğumu düşünüyor. benim ne yorgunluğum olabilir ki? kolları delik deşik, vücudu mosmor megakaryositleri lüküs olan ben değilim ki, ben ne acı çekiyor olabilirim ki? kanamayla çamaşırlarımı batıran ben değilim ki, neyim yorgun olabilir benim? ne kadar yorgun olabilir? iki koştum, yuvarlandım diye mi?

bugün yorgunluktan bayılmışım annemin servisteki yatağına, yan yataktaki teyzenin akrabalar geldi, bu kızın da annesi çok ağır hasta dedi, o kız kim diye düşündüm, şaka yapmıyorum, o kadar yabancı geldi ki o durumda olmam kendime, benim annem çok ağır olamaz ki... daha bu öğlen başını tepeden sumo güreşçisi gibi bağlayıp yemek yiyordu, ev yoğurdu büyümix ruşeymli ekmek falan gönderdim. yaptığım ilk yoğurdu tadabildi ya, o da bir şey. sapık gibi bekliyorum koroner yoğun bakım ünitesinin önünde, volta atıyorum. belki de saniyeden bile kısa sürecek bir süre onu görebilmek için,içeri giren hemşireyi personeli, yemek zamanlarını... bir amca geldi dün, kızım böyl volta atarak olmaz otur dedi, meğer o da iki gün kalmış, bugün de oturuyordum, çok yorgundum ya da değildim, bilmiyorum, kızım bu ne hal yahu? ben üç saat bi gittim sonra geri geldim dedi... ah keşke! anneme dair son uyanık imaj sumo güreşçisi saç modeli ile -tanıyanlar canlandıracaktır- yemek yediği sahne, diğerlerinde hep uyuyor, kırmızı kan yavaş yavaş damlıyor ve annem uyuyor... ne garip ki uykular birbirine karışabiliyor...

"bu öğlen uyuya kalmışım. sen hikmet teyzenin saçını tepesinde topladığını söylemiştin ya, rüyamda hikmet teyze sumo güreşcisiydi ve biz onun en büyük maçına çıkmasından önce enerji versin diye habire suşi yapıyorduk seninle. bi ara somonumuz bitti, hiçbir yerde bulamayıp boğazdan olta salladık. sen uzun uğraşlar sonucu tuttun somonu, bu arada ben 1. köprü üzerinde tezgah kurdum ve sen tuttuğun anda suşiyi yapmaya başladım." *

annem şimdiye kadar giriştiği hiçbir mücadeleyi kolay kolay kaybetmedi, inadından çok çeksem de onu hayatta tutan da o inadı, yoğun bakıma giderken tansiyonum düştü geçer diyen kadın bu, saniye bile olmayan enstantanelerle anlayamıyorum ameliyat olması gerektiğini biliyor mu bilmiyor mu, durumunun giderek kritikleştiğini biliyor mu bilmiyor mu, benim ameliyatına onay verdiğimi biliyor mu bilmiyor mu... hiçbir fikrim yok, ne diyeceğiz ameliyata gireceği zaman? çıkmama ihtimali yüksek olan ameliyata girdiği zaman? nasıl diyeceğim ben hakkını helal et diye, artık düzenli besleniyorum desem anlar mı ki?

dün çok ağladım, şu an çok ağlıyorum. bilim diyor ki süre doldu, oyun bitti, son çıkışını yaptın yaptın... o da belki kurtaracak seni, düşürdüğün veziri o piyon belki kazanacak. bugün ise garip bir durgunluk vardı içimde, her şey iyi olacakmış gibi, benim gibi tek çocuk olan ablamın içinde de aynı his vardı, hikmet abla inatçıdır, bu oyundan da galip çıkacak, göreceksin.

bu gerçek olsun o kadar istiyorum ki, kan değerlerine sıçıp sonra destek tedaviye bile erinen, bana getirmeyin artık diyen, son bir buçuk aydır artık ölecek uğraşmayın tadında davranan herkese inat annemin kazanmasını istiyorum. mucizelere inanmak istiyorum, şu an kanser umrumda değil, kemik iliği çalışır hale gelsin istiyorum, onu her gün öldüren kanser değil, tedavisi... bu sınavı da başarsın, bu sefer de hayata tutunsun istiyorum.

dönmek var, ölmek yok anne...

(deliberte, 12.06.2011 01:42)"

Bugün kendime edindiğim annelerden biri olan annemin ahretliği ile hastanede annemden bahsederken aramızdaki iletişimsizliği açtık. İkimizin de yapamadığı, cesaret edememekten çok üzerim diye korktuğu bir şey vardı. Durumumuzla yüzleşmek, o nedenle yakınlaşamadık hiç. 'Geç değil Hikmet, hala yapabilirsin,' demiş.

'Yavrum ben hastayım diye beni üzmemek için içini bana açamıyor, ben yavrum hasta, üzülecek diye ona içimi açamıyorum.'

Fatma teyzeden duyduğum en vurucu sözler bunlardı, gerçek hep vurucudur ya, zamanın geri dönüşü yok. Sevdiğini söylemek lazım. Anne, baba, kardeş, sevgili, arkadaş, dost... Yarın burada olup olmayacağımızı kimse bilmiyor. Yarın yanına gideceğim ve hiçbir şeyim hazır değil henüz, tek isteğim eğer diktiğim laleler açmadıysa o toprağın üzerine yatıp kalmak.


 En azından onu çok sevdiğimi biliyordur artık, yıllar önce bir çalışma çıkışı bir arkadaşla iki bir şey içelim demiştik. Annem telefon açıp ağzıma sıçtı, neredeymişim, benim yüzümden uykusuz kalıyormuş, yok efendim ben gelmeden uyuyamıyormuş, ben onu uykusuz bırakıyormuşum, hasta ediyormuşum, benim yüzümden hasta oluyormuş... Telefon konuşması sırasında İstiklal Caddesi'ndeydim ve zaten dönüş yolundaydık, dediğim hiçbir şey karşıya gitmiyordu, sesim ulaşmıyordu. Evde korkunç bir gerginlik beni bekliyordu. O an yanımdaki arkadaşım 'Ona onu çok sevdiğini söyle,' dedi, o arkadaşıma ne kadar teşekkür etsem azdır, 'Annecim, ben seni çok seviyorum, dönüş yolundayım, geliyorum,' dedim. Bu belki ilk ve sondu. Annem sustu, konuşmadı, ağlıyordu. Telefonu kapattım. Eve gidince bir cehennemle karşılaşmayı bekliyordum, oysa annem çok sakindi. 'Hoşgeldin yavrum,'dedi. Pijamamı giydim ve yattık, beni suçladığı şeyler hakkında hiç konuşmadık, o dönem aynı odada uyuyorduk.

Bazen içimizde yumru gibi kalan bir seni seviyorum çok şey çözer, en azından kalpleri yumuşatır, duyan kişiyi mutlu eder. Bundan sonra en çok söylediğim şeylerden biri seni seviyorum olacak diye söz verdim kendime. Yarın kime ne olacağı belli değil. Kimin kontratı nerede nasıl sona erecek bilinmez.

Vasiyetim bir kenarda hazır. İçinde 'Sizi çok seviyorum eşşek sıpaları' yazıyor. Eğer diyememiş olursam, bir kere daha duysunlar...

19 Haziran 2012 Salı

Geçen sene bu saatler...

Aslında iyi gidiyordum, çok geç kalktım, umursamadım. Seneyi devriye için benden habersiz yapılan planlara katılmaya çalıştım, bir şeyler ayarlandı.

Sonra ben yokken hallolmasını istediğim şeylerden biri hallloldu, yani yarın olacak, diğeri de yolda, yani hallolması ama ben ne yaptım?

Saate baktım. Saatlere... Geçen sene bugüne bu saatlere, geçen sene Pazar günüydü, Emily yanımdaydı, ben hala koşturuyordum.

Hangi ara merdivenleri hüngür hüngür ağlayarak inmiştim acaba? Sonra laboratuara gidip sonuçlara bakıp.... ölümü gördüm.

Emily ben iyi hissedeyim diye yemeğe çıkarmaya çalışıyordu, bazen sizin o kişiye iyi geleceğini düşündüğünüz şey aslında onun için iyi değildir. En son ona arkadaşlarının yanına yalnız gitmesini söyledim kan merkezinde, yanında Turan abi vardı. 'Ağladın mı sen?' dedi, bir şey demedim.

Biz hala sanki ertesi gün annem ameliyat olabilecekmiş gibi kan peşindeydik, listeler aranacak kişiler.. Aslında çok korkuyordum, bir yandan ameliyatın pazartesi yapılmasının çok daha iyi olacağı, hocaların hastanede olacağı gibi gerçeklerle kendimi avuturken daha o hafta annemin ameliyatının yüksek risk taşıdğını biliyorum kağıdı imzalamıştım, işin kötü yanı sonra o da imzaladı, yani imzalamış. Ne hissetti acaba? Asla bilemeyeceğim...

Kan için koştururken yoğun bakım hemşirelerine bir ihtiyaç için gittiğimde beni içeri aldılar, diğer hastaların bilinci açık değil diyerek. Hasta var mıydı ona bile bakmadım, anneme baktım. Su istedi benden, iki bardak içti sonra bardağı ters çevirmemi rica etti. Kızlara yük olmasın diye onu bile söyleyememiş. Bardağım toz oluyor enfeksiyon kapacağım diye kim bilir ne üzüldü... Çok bitkindi, bebek gibiydi. Ben her zamanki üstün tiyatro yeteneğimle, bana bakıp gözlerimin içine 'çok sıkıldım,' dediğinde bu güzel kızların onunla ilgilendiğini, gözünün gönlünün onlara bakarak açılacağını, tamam, manzaranın bir galata kulesi olmadığını servisteki gibi.. ama en azından fıstık gibi kızların olduğunu falan ... söyledim.

'Çişimi yapamıyorum,'dedi, çocuk gibiydi, acılıydı, nasıl tarif ederim o ifadeyi bilemiyorum, o sözlerin söylenme şeklini ifade eden bir kelime sanki lügatta yok, bir insan en fazla nasıl çişini yapamazdı ki? Kanamadan sandım, sonra gördüm kasığına bağlanmış kateteri, idrarı şırınga ile çektiler. Kahroldum. Benim için, sırf benimle olmak için bunlara katlanmasına kahroldum. Tek bir kere şikayet etmedi. Tek bir kere...

Sonra midesi bulandı, belki de sıralama böyle değildir ama öyle hatırlıyorum, göz temasımız o ana kadar vardı çünkü. Kan kustu.... O zamana kadar metanetini korumuş ben o an ağlamamak için zor tuttum kendimi, hemşireler de öyle...

Peki annem ne dedi? 'Hoşaf içtim ondan oldu.' Hayatımda hiçbir cümle beni bu kadar kahretmemiştir, kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek bunun yanında hiç kalır... Biz normal kusmuş gibi davrandık, 'akşam yemeğini de içim almadı zaten, kendimi zorlayarak yedim,' dedi. O halde bile bir şeyler yemeğe zorlamış kendini hayatta kalayım diye.

'Anne,' dedim, metanetimi koruyorum, 'buradaki yemekleri yemek zorunda değilsin, canın ne istiyorsa söyle ben yapıp getireyim sana evden...'

Arkasına yaslandı, 'hiçbir şey istemiyorum, sağlığını istiyorum,' dedi. Gözüme bakıyordu ama gözüme bakmıyordu, aslında tam da o an ölümü görmüştüm yüzünde. Siz hiç kimsenin yüzünde ölümü gördünüz mü? Ben gördüm. 'Anne ben iyiyim, hatta çok iyiyim, hazır hastandeyken kan testlerimi yaptılar domuz gibiyim!' dedim. Annem yatmış ve kafasını öbür yana çevirmişti, bense üzerine eğilmiştim. 'İnşallah,'dedi. 'Kanıtlarım var, getirebilirim! Getireyim mi kan sonuçlarımı?' dedim. Bu arada annemin kasıktaki kateter dışında iki damarı açık kalabilmiş, ayağındakini cerrahi zor açtı, biliyorum. Diğeri de serçe parmağı. Serçe parmağı yahu! Kadının vücudunda girilecek damar kalmamış! Nasıl olabilir ki o ameliyat?

Serçe parmağından bulantı kesici yaptılar. Sonra annem yine oturdu bir şey için, yani yatmadan oturma pozisyonuna geldi, hiçbir iletişim kuramıyordum. Bebek gibiydi. Hayatın döngüsünü düşündüm, annemin altı bezli, üzerinde bir fanila, aletlere bağlı tansiyonu nabzı vs ve başında yeşil bone... Bonesinden öptüm. Hemşire kızlara 'boneyi değiştirirsiniz, öptüm ya mikrop kapmasın şimdi,' dedim. 'Aman ondan bir şey olmaz,' dediler, sanki her şey çok süpermiş gibi 'Annecim ben bu kan isteklerini halledeyim gelicem,' dedim.


Çıktım, her şey süpermiş gibi, yoğun bakımdaki o kapılar kapandı ve ben o sekiz katı duvarlara yaslanıp hüngür hüngür ağlayarak düşmeden nasıl indim bilmiyorum, tüm o süreç boyunca yoğun bakıma alındığı günün bir önceki gecesi, ben evde, o hastanede, mide kanaması geçirdiğinde bunu bilmeden aynı anda geçirdiğim panik atak dışında bir kez bile ağlamamıştım. Ağlayarak ve nasıl düşmediğime şaşırarak laboratuara indim. Orada doktor arkadaşım olduğundan beni tanıyorlardı. Cumadan beri kan sonuçlarını eksik gedik paylaşıyorlardı annemin doktorları, kan sonuçlarına baktım. Cumartesi kırmızı kan kanama olmadığı halde düşmüştü çünkü kan kendi kendini yıkıyordu artık. Her şeyimle ilgilenen doktor arkadaşımın cumartesi günü bana sinirle 'e peki niye düşüyor bu değer bir şey demiyorlar mı?' bağırması ondandı, annesi gibi sevdiği biri ölüyordu ve o bunu benden önce anlamıştı.

Laboratuar sonuçlarından cuma gecesi enfeksiyonunun çıktığını, wbc 32, ancak pazara 20 mi 18 mi neye indiğini gördüm, annem artık gelen kanı kabul etmiyordu, o wbc ile ameliyata girmesi mümkün değildi. Muallaktaydım, eve gitmek veya geceyi orada geçirmek...

Laboratuardan çıktım, artık ayakta duramayacağımı fark ettim, oturup kağıtlara sarılarak hüngür hüngür ağladım. Bilmiyorum ne kadar sürdü. Emily kan merkezinde beni bekliyor...

'Ağladın mı sen?' Ağlamak ne kelime mahvolmuştum. Ben anneme hep melek gönderirdim yoğun bakımdayken, Cebrail şifa meleğidir ve rengi yeşildir, uçuk yeşil kocaman bir melek annemin yatağının üzerinde kanat çırpardı kuvvetlice. İyileşecek, derdim. O gece çıkışta yine melek gönderdim, bu melek griydi, donuktu, kanatları kapalıydı, annemin yanı başında oturmuş bekliyordu, Azrail'di. Annem ölecekti, yüzünde gördüğüm ama kabullenemediğim şey bir kez daha yüzüme vuruldu. Artık kesin olarak biliyordum.

Emily'yi arkadaşlarının yanına yolladım, sanki olacakmış gibi ameliyat sonrası kanlar için koşuşturmaya devam ettim. Kağıtları yoğun bakıma götürdüm. Şanslıydım, kapı açılınca ilk annemi görüyordum, kapı açıldı, kızlar 'Bulantısı geçti, uyudu şimdi,' dediler. Annemi hayattayken en son görüşüm oydu. Bembeyaz, melek gibi uyuyordu. 'Ağzı kuruduğu için sizden sakız istedi,' dediler. Diş hekimi bir ablam annemin boynundan radyoterapi aldığı dönemlerden beri kuruluk yaşadığını bildiği için özel nemlendirici ve ağız temizleyici getirmişti ama alamamıştım. Kızlara gidip alabileceğimi söyledim, 'yorulmanızı istemiyoruz, sakız yeter,' dediler. Gittim karşı büfeden aldım, falım bişey miydi neydi. Hatırlamıyorum. Evin hala bir yerlerinde o sakız. Götürdüm, kızlar 'eve gidip dinlenin, daha fazla boşuna yorulmayın,' dediler. Saat 12'yi vurmuş ve ben kabak olmuştum.

Banu'yu aradım, taksideydim, hıyar taksici Banu'ya canım deyince dönüp baktı, karşının taksisi çıktı, bazen böyle söyleyin götürsün hiç konuşulmasın istersiniz ya, o olmadığı gibi üzerine bir de o halde yol tarif ettim... İnip başka taksiye binecek gücüm dahi yoktu. Banu'ya artık gücümün kalmadığını, kan kustuğunu söyledim, benim yerime onların ilgilenmesini rica ettim. Onlar ilgilendi. Ben taksiciye ağlayarak yol tarif ettim. Laf açmaya çalıştı, taksicilere notum: arkadaşımız değilsiniz bir şeyimiz değilsiniz, gecenin 12'sinde hastane önünden ağlayan bir kadın alıyorsunuz, size ne yarraaam size ne? açmayın muhabbet kusur kalsın! Hastanın neyim olduğunu sordu falan. 'Bu konuda konuşmak istemiyorum,' dedim. Mevzuyu kapattım. Bilmiyorum dışarıdan nasıldım ama içim ölmüştü. Bir süre sonra o da üzüldü, abla yardım edeyim'e döndü olay inerken.

Eve geldim, klasik çamaşır yıka bilmemne, bunları yaptım mı emin bile değilim, niye saat 2'ye kadar ayaktaydım, hiç bilmiyorum. Saat 2'de ancak yatabildim. Telefonum hep açık, koronerden arayanların numarası kayıtlı, üzerimde annemin geceliği var. Yorgunluktan ve üzüntüden ölüyorum. Hangisinden daha çok ölüyorum bilmiyorum....

Telefon çaldı, koroner, hemen açtım, saat 03:35...


Hemşire - Doktor hanım yoğun bakım önüne gelmenizi istiyor
Ben + Ağırlaştı, değil mi?
- (klasik tavır) biz bu konuda bilgi veremiyoruz, doktor hanım bilgi vermek için yoğun bakımın önüne gelmenizi istiyor acilen
+ ben acilen gelemem
- gelemem mi diyorsunuz?
+ yok ben hastanede değilim, evden geleceğim, sürer ama en kısa sürede geliyorum

Yine Banu ve Şenol koştu yardımıma, arayıp beni almalarını rica ettim ve ta Maltepe'den geldiler, hiçbir akrabam üzerimden vicdan temizlemeye kalkmasın şu yaşadıklarımdan sonra... Ben yapayalnızdım, benim kimsem daha önceden hiç tanımadığım insanlardı, annem dokuz, rakamla 9 senedir hastaydı...

 Lacivert kotum, anneme mutluluk versin diye aldığım always smile for me tişörtüm, ne giydiğimi biliyor muydum sanki? O kombinasyonu geçenlerde giymeye çalışıp başardım sanırım. 'Annem öldüğünde üzerimde bunlar vardı.'

Saat 4'ü çeyrek geçe içim yandı, annem annem diye ağlamaya başladım. Tam da o sıra kapı çaldı. Hemen uçtuk hastaneye, arkadaşlarımın da gelmesini rica ettim güvenliğe, karşılacağım şeyi biliyordum ama son nefesine yetişmek istiyordum... Yetişemedim.

Doktor yaşlı gözlerle 'Hafize teyzeyi kaybettik,' dedi. Ne garip, kadınla tüm gün araya doktor arkadaş sokana kadar kedi köpek gibi bir gerginlik.... Şimdi ise göz yaşı dökmüş.

Hastayı temizliyoruz dediler, dışarıda bekledik, künyesindeki saat tam 04:15'ti...Anne ve çocuk arasındaki bağ ne tuhaf.

Tüm bunlar sırasında durmaksızın ağladığımı söylememe gerek yok sanırım. Koydukları şeyin üzerinden sarıldım, ağladım, o kesif ilaç kokusu... Aynı gün o kokuyu duyduğum her şeyi, her kıyafeti atacaktım...

Morga ben götürdüm, çekmecesine ben yerleştirdim, o sıraydı sanırım elini tuttum, bez üzerinden, son kez.

Bahçeye çıktık, Banu, Şenol ben. Banu'nun kucağına yatmak istedim ve anlamsızca ağaçlara baktım. Benim hayatım boyunca bir annem olmuştu, şimdi ben ne yapacaktım? Nasıl bir şaşkınlık hali o yarabbim! Hele hemşire kızlara benim için bir şey dedi mi diye sormam.. uyandı sanıyorum çünkü, kafa öyle gitmiş ki uykusunda öldüğünü bile idrak edemiyorum. Daha yeni idrak edebildim. Elimde gittiğimizde elime tutuşturdukları evlilik yüzüğü, kalakaldım.

Bu seneyi anlatacaktım aslında, benzer saatlerde ağlama geldiğini, laboratuar sonuçları yerine muhtemelen halamın Almanya'dan gönderdiği, annemin benim çeyizime sakladığı koliye sarılıp ağladım. Hem de ne ağlamak...



Koyacak yerim olmadığı için hala kutularındalar... Bana bir koliye sarılıp hüngür hüngür ağlayacaksın deseler hayatta inanmazdım sanırım.

Yarın, yani bugün geçen sene olduğu gibi İstanbul'da olacağım, ertesi gün annemi gömülmek istediği yere götürür gibi kendimi götüreceğim, yarın belki vakit bulursam helva kavururum, geçen sene o saatleri düşünürüm ister istemez.

There were always hours between us.

Siz hiç birinin yüzünde, gözlerinde ölümü gördünüz mü? Ben gördüm. Rahat uyu anneciğim.



(Erdal Eren anısına aslında, aklıma seneyi devriyelerinin birinde Kızılay meydanında annesine tanıyor muydunuz diye soran kızın hikayesi geldi, 'O benim oğlumdu kızım, o benim oğlumdu...')

aman aman yandım aman
kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda

aman aman acı yüzler
kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda



18 Haziran 2012 Pazartesi

kendime notlarım

Blogun bana bir şakası mı, en son yazdığımın çıkması gerekirken "bence yalnızlık" yazım çıktı. Okudum, sanırım okutmalıyım da... Bir daha bana o evden çık diyeni canım ciğerim demeden dövecek kıvama geldim çünkü.

Kendime bugünkü notlarım, yani 18 Haziran, bugün ilk kez hastane sürecinde giydiğim siyah eşofman altını giydim, bugün ilk kez annemin, aylardır içleri boş bir şekilde gözümün önünde duran, takviye haplarının cam kutularını attım. Fotoğraflarını çektim. Bir tanesine şu tarihte öğlen başladım diye not atmış.

Bugün ilk kez abajura dokundum ve üst kısmını çıkardım, isteyene vereceğim.

Nicedir yapamadığım ama yapmayı hep istediğim şeyleri yapmaya başladım. İyileşiyorum.


17 Haziran 2012 Pazar

Babamız bizi çok sevdi!

Esra'ya, Burcu'ya, Sevgi'ye, Firdevs'e, Meltem'e, Berrin'e, Özlem'e, Özge'ye...

Bir babalar gününü daha atlatmanın rahatlığı içerisindeyim. Neyse ki anneler günü kadar/gibi insanın gözüne gözüne sokulmuyor. Yine de her babalar günü babası hayatta olmayanların suratına tokat gibi çarpıyor. Hele benim gibi babanızın dostu manevi babanızı da kaybetmişseniz daha bir sert hissediliyor bu tokat. 

Yazıyı ithaf ederken nick kullanmak istemedim, hepimizin aslında gerçek insanlar olduğunu, kullandığımızın nick'lerin arkasında gerçek birer kimlik olduğumuz vurgulamak için. Şurada gördüğünüz karakterler gerçek bizlerin birer yansıması. Bence bunu sık sık vurgulamak gerekiyor.

Yazının başlığını atarken Perihan Mağden'i düşündüm, Babasız Kızlar Balosu'nu düşündüm. O şarkı yüzünden babasızlık konusunda hiçbir fikri olmayan insancıkların saçmalıklarını okudum. Midem bulandı, hem de ağır bulandı. Babası olmayan ben, Esra ya da Özge değil, onlardı. Şarkının ya da şiirin diyelim, ne demek istediğini dahi anlamamış insancıklar...

Oysa babamız bizi çok sevdi! Hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar çok! Üstelik çirkin de değiliz, gayet güzeliz!

Sonra dediler ki: Babası yok, onun için kendinden büyük bir erkekle beraber. Saçmaladıklarını anlatamadık, babası onları sevmeyen çirkin kızlar içindi o. Babamız bizi çok sevdi. Konu hakkında bir yazımı, polly jean'in isteği üzerine hala asıl yazdığım yerden silmiyorum ve burada paylaşıyorum:

Babası yok onun için kendinden büyük erkekle beraber


 kısık ateşte bilgi edinmiş aydınlanamamış insan zırvası.

biraz önce cha ile konuşuyorduk, dedim o durumun aslı öyle değil, dedi doktorlar öyle diyormuş. o doktorların hepsini sikeyim. bu bir. doktor olmuşsun hala aritmetikle logaritma çözmeye çalışıyorsun, defol git. kısık ateşte aydınlanamamış da seninle aynı şeyi söylüyor. ne farkın kaldı? insanlar kalıba sokmayı seviyorlar, doktorlar da.

bu da iki: bu önerme nedense kadınlar söz konusu olduğunda babası yok, babalık yapmıyor, baba var ama yok gibi bilmemnedir de erkekler söz konusu olduğunda kadının tecrübesinin cazibesine kapıldı. oldu yarram, yanılıyorsunuz yarram. o zaman anası olmayan erkekler de yaşlı kadınlara sarardı, alakası yok. sevgilide baba aramak da en hafifinden sapıkça.

peki nereden geliyor bu genelleme kalıba sokma isteği? şu aydınlatmacı sözlerim size her şeyi gün gibi ışığa çıkaracak bakın:

bu iddianın aslı ne biliyo musun? kadının sürekli kendisini korunma altında hissetme arzusunda olduğu sanrısı. olgunluk, bilgi birikimi, bunlar elbette etkiliyor ama sadece yaşı büyük diye tercih edilseydi bu adamlar mahalle komşusu mehmet amca ile de beraber olmak isteyenler hanım kızlarımız olması gerekirdi, tercih edilen yaşlı adamlar ya birikimli ya da kadın orospu ruhluysa paralı vs baba ve korunma ihtiyacı ile zerre ilgisi yok, para ile ilgili olanın kendini ahlaksızca garantiye alma ile zerre ilgisi var ama o onun ahlaksızlığı.

bu yeni bilginizin hayrını görün.

(deliberte, 05.07.2011 12:48)

Arada biri Babasız Kızlar Balosu diye çıkıveriyor, durur muyum? Yapıştırıyorum cevabı:

babası yok denince babasız kızlar balosu'nu ve babaları terk etmiş kızları anlamak ne tuhaf bir yanılgı. babanın öldüğü için olmaması ile bu durum arasında dağlar kadar fark var oysa ki, öldüğü için mi babayı cezalandıracağız? adam ölmüş gitmiş... keşke ölmeseydi tabi, çevremdeki birçok babalı kızdan daha çok babalıyım buradan bakarsak. varlığı süresince eksikliğini hiç hissetmedim.

(deliberte, 06.07.2011 23:59)

Bakın başka neler yazmışım babamla, babalarımızla ilgili:

Babanın ateist olması


bu durum bir de babanın imam hatip lisesi'nde öğretmen olması durumunu kapsıyorsa oldukça renkli sahneler yaşanır aile efradı tarafından. yıllarca size imamın kızı denir, halbuki sizin ne imamlıkla ne kızlıkla alakanız yoktur. lan!?

based on a o kadar true bir story ki.

(deliberte, 26.07.2011 18:11)

Bir de peygamber gibi adamdı derlerdi, ona da gülümserim hep.

Babanın ölmesi

 

Hatırlıyorum, hüngür hüngür ağlayarak girmiştim bu entry'yi ve içimdekileri dökememiştim. Çünkü ben babamın öldüğünü ancak bu yıl, 17 sene sonra kabul edebildim.

(bkz: ağlamaktan entry girememek)

(bkz: yıllar geçse de üstünden bu kalp seni unutur mu)

babanızın ölümünün üzerinden yıllar geçse de acısı taze kalır. geçmesini beklemeyin. ölmesinden dört yıl öncesinden hazırlanmaya başlasanız bile o sizi hazırlıksız yakalar. her ölüm erkendir, yıllar çoğaldıkça azalır. sık sık düşünürsünüz hala hayatta olsaydı siz nasıl biri olurdunuz, bu kadar güçlü mü olurdunuz yine yoksa daha mı güçlü... cevabın ikincisi olduğunu bilmeniz içinizi daha bir kanatır. rüyanızda görseniz çocuk gibi sevinirsiniz. açelya şarkısını söyleyemez olursunuz çünkü kime olduğunu bilmeden babanıza söylüyorsunuzdur ve kasetin içinde "babama" diye yazıyordur, bir yerlerde beraber söylediğiniz samanyolu nu duysanız hüngür hüngür ağlamamak için kendinizi zor tutarsınız, daha doğrusu tutamazsınız. ölümünün üzerinden on üç sene geçmiş olsa da entry girerken gözlerinizden yaşlar süzülür. yanınızda olmasını, ona sarılmayı çaresizce özlersiniz.

(deliberte, 14.04.2008 04:43)

Bunları bu sene şurada yazdım ama bu sefer sonuna dek hissederek, bastırmadan, dışarı çıkmasına izin vererek...

http://lalibertedenmektuplar.blogspot.com/2012/06/baska-bir-son-nefes-veya-ilk-nefes.html
Denizin içinde karanlıklar gibisin, ışığın içinde saklıdır bilmezsin, hayat artık sensiz akıp gidiyor, senden habersiz sessiz...



Geçen gün de birisi şu başlıklı entry'yi oylanmış:

Babanın söylediği unutulmayan sözler


bir an hiçbir şey hatırlamadım ve korktum. zaman anıları bu kadar çabuk mu yiyor? doğduğumda babamın bana yazdığı şiiri unutamam, söz deseniz bir sürü sözü var ama tıkandım işte. aklıma 5 yaşından beri ne zaman arkadaşları ile rakı içse yanına çağırıp 'kızım bi fırt çek, aferin, bi fırt daha çek, bakın kızıma nasıl rakı içiyor' sözleri geldi, 'aslan kızım benim' de bonusu. daha o yaşlarda dört fırta kadar çektiğimi bilirim. hatta (bkz: rakı içen kadın/@deliberte)

sonra ben yemek konusunda dünyanın en uyuz çocuklarından biri olduğum için adamcağız şarkıcı kesilecekti neredeyse, garson berte getir'ler, nar gibi domatesle beyaz peynir'ler havada uçuşuyordu. garsonlu olan çarlistondan uyarlama da diğerinin ciddi ciddi varolduğunu düşündüm hep. sözlerini de yazayım tam olsun:

nar gibi domatesle beyaz peynir
bir parça ekmekle beraber yenir
gel onu seninle yiyelim
her an düzelir keyfin neşen gelir

bir seferinde de, bu sefer ilkokuldayım, madonna hayranıyım, açmışım kaseti elimde deodorant şişesi şarkı söylüyorum, daha ingilizce falan bildiğim yok, hello mello, güya söylüyorum, odamın kapısı kapalı. babam kapıyı açıp kafasını uzattı, ben çok utandım. niye utanıyorsam... 'aferin kızım, devam et sen, böylelikle dili daha kolay öğrenirsin,' dedi, ben kalakaldım. niyeyse gülmesini falan beklemiştim. sadece hoşuna gitmesinin getirdiği bir gülümseme vardı. ben sıkılmadan devam edeyim diye kapıyı kapatıp gitti.

beni hayatım boyunca en etkileyen sözü yüz milyon meslektaşı ile toplandığımız bir akşam yemeğinde söylemişti. ben o yaz ilkokulu bitirmiştim ve anadolu lisesi sınavını kazanmıştım. o dönem eğitimin altıncı senesine tekabül eden sınıf anadolu liselerinde ingilizce eğitim verilen hazırlık sınıfları olurdu. şimdiki cıvık dönemin düzgününü düşünün, öyle. inal ertekin bebelerine rağmen istediğim okulu kazanmışım, zaten o zamanlar sadece iki tane anadolu lisesi var yaşadığımız yerde, bir yandan gururluyum, işte başardım falan modundayım, bir yandan da kimseye söylemediğim, hatta kendime bile, bir endişem var. işte böyle bir yaz, soruyor amcalar işte aferin berte kazandın, gelip bizim öğrencimiz olmadın (ben bi de ben sizin okula gelmeyeceğim ki anadolu lisesine gireceğim diye burnum bi karış havada dolaşırdım, kendinden emin olmak böyle bir şey sanırım) e ne hissediyorsun falanlar, ben gak guk diyemeden babam girdi devreye 'berte'nin biraz endişesi var, tüm sene ingilizce öğrenecek, yapabilir miyim diye düşünüyor ama ben kızıma güveniyorum, yapar o,' ve ben dondum kaldım. lan kendime bile söylememişim! şimdi bakıyorum sözcüklerle bile anlaşamıyoruz insanlarla, değil içini okumak. gerçi annemle de sözcüklerle anlaşamazdık hiç, defalarca söylememe rağmen anlatamazdım. sanırım baba kız arasındaki bağa dayalı bir şey ya da benim ultra mega süper babama. kaç kişi bu şekilde karşısındakini anlayabilir? akraba bile olsa? kızlar hep seçecekleri erkekte babalarını arar derler ya, işte bu açıdan ararım elbet, böyle bir erkek daha çıksın karşıma, gözüm kapalı evlenirim bile. ki ben... demek o baba arama teorisi de doğruymuş, şimdiye kadarkileri toplasan tırnağı olamayacaklarından hiç gerçekten onu aradığımı düşünmemiştim. bir bilimsel gerçeğe daha ışık tuttuktan sonra kabuğuma çekiliyorum. sen sanıyordun ki kabukluydum, değilim.

(deliberte, 18.10.2011 13:45)

Ha bir de şu var:

Babası büyüyen kadınlardan korkmak


korkaklara mahsustur. abuk subuk spesifik örneklerden çıkarım yapıp kendinizi maymun edeceğinize bence korkunun üzerine gidin. geçecek.

kendi ayaklarının üzerinde duran her kadının babası ölmüş değildir. bunu da yazın bir kenara.

ha bir de kendisinden yaşça büyük sevgilisi olan kadınlara baba hasreti içinde oldukları için o adamları seçtikleri söyleniyor ya işte o insanları pompalı tüfekle kovalamak istiyorum. herkes ben değil tabi, susup içinden saydırıyorlar.
(deliberte, 10.06.2010 01:13)

Aslında farklı bir şekilde bitirmek istiyordum. Ben geçen sene hayatta olmayan babama bir hediye verdim, ona sevgilisini verdim, o yazım ile bitiriyorum. Halbuki o yazıyı yazarken bunu ben bile bilmiyordum. Hastanede, yoğun bakımın önünde asla gerçekleşmeyecek bir ameliyat için güya, koşturuyordum, gerçekleşse %95 annemi kaybedeceğim bir ameliyatın kan hazırlıkları için çırpınıyordum. Nereden bilebilirdim ki?

Babacığım, kızları benim canım olanların hiç tanımadığım merhum babalarını da, kalbimde baki kalan Baki hocayı da, seni de çok seviyorum. Bu sene sana verebileceğim tek hediye daha güçlü, daha ayakta, daha dimdik bir kadın olmaktır, biliyorum ve güvenini boşa çıkarmıyorum. Tapusunu defalarca dolandırıldığın için alamadığın ev yüzünden kanser olup canını acı çekerek teslim eden babacığım, o ev artık benim üzerime ve ben sana, doğum günün için, içinde bir sürü hediye hazırladım. Görüyorsun, biliyorum.

Babası hayatta olmayanların babalar günü


duygusal anlamda babayı aldıkları gün. sabah twitter'da okumasam bana yardıma gelen arkadaşımın babasına koşmasından öğrenecektim bu günü. twitter'da yazansa az ve öz :

-- Tweet sahibi twitter hesabini gizlemis! -- (dolayısı ile ne yazıldığını bilemiyoruz....)
bu da benden ona cevap:
@nrgldnmz her babalar gününde aynı şeyi düşünürüm yıllardır...
tahminen tweet'te her babalar gününün babası olmayanları acıtmaktan başka hiçbir işe yaramadığını yazmıştı bu kişi.

http://twitter.com/...iberte/status/82357886583455745

Mezarına bile ayağım dönmemiş, babama diyeceğim bir şey var mı düşündüm, sevmediğimden değil, çok sevdiğimden, yokluğunu kabullenemediğimden...
http://twitter.com/...iberte/status/82358685287972864

(19.06.2011 14:53) 

Artık mezarına ayağım dönüyor baba, hatta o gece sana sevgilini hediye ettiğimden beri ayağım oradan hiç dönmek istemiyor, toprağınıza yatıp öylece uzanmak istiyorum bazen, sizi çok özlüyorum. 

Bu yazıyı hangi bloguma koyacağımı bilemedim, ikisine de koyuyorum. 







12 Haziran 2012 Salı

Calvino'dan bir inci

Alle volte uno si crede incompleto ed è soltanto giovane demiş Italo Calvino, çevirisi ise:

"İnsan bazen kendini eksik sanır, oysa sadece gençtir"

Kendinizi her eksik hissettiğiniz zaman bu cümleyi hatırlayın. Ben öyle yapacağım.

Orijinal metin ve çevirisi için twitter pati'sine çok teşekkürler.

Pati'den kedith:  bi de eksik yerine 'incomplete' düşün.. Yani insan bazen tamamlanmadığını sanır, oysa sadece gençtir.. Müthiş söz..

10 Haziran 2012 Pazar

Başka bir son nefes veya ilk nefes hikayesi / Canım babacığıma

Bugün, yani 10 haziran babamın doğum günü. Ve günlerden pazar, bugün onu ilk kez güneşe mi çıkardılar bilmiyorum ama bildiğim şu var, bugün ilk defa babam için bir doğum günü kutlaması yapıldı, ben yaptım.

ღ Başka bir son nefes hikayesi dememin nedeni tam da son nefesini verdiğinde hissetmişim gibi annemi aramamdı, saat 18:30'du, annem hiçbir şey belli etmedi. Sonradan söyledi o an doktorların seni hayata (Hangi hayata? Ağzının dağılan mukozalarını annemin aspiratörle temizlediği bir hayata? Hala daha ben yanına gittiğimde elini tuttuğumda yanıt verirdin -son altı gün artık çok yorulmuştum gidememiştim, ömrüm boyunca kendimi suçladım, beni hissedemediğin için gittiğini düşündüm, oysa her şey aşikardı, böyle düşünmem saçmaydı biliyordum ama elimde değildi, seni çok seviyordum, her gün okuldan çıkıp o dönemin koşullları ile hastaneye ulaşmak çok zordu, ben sadece yorulmuştum, son yatışın 45 gün sürmüştü- elini tuttuğumda hafifçe elini oynatırdın, bitkisel hayata inanmam, hiç inanmadım) döndürmeye çalıştığını.

Çok daha sonradan Meral teyzenin kollarında annem üzerini değiştirmek için ondan yardım istediğinde melek olup uçtuğunu öğrendim, Meral teyze yıllar sonra, annemin ölümünden sonra anlattı, onun kollarında ölmüşsün, öleceğini anladığı an sana Yasin okumaya başlamış. Peygamber gibi adam derlerdi sana. Şaşırmadım. Meral teyze annemin bana bunları anlatmadığına şaşırdı. Annemle aramdaki köprüydün sen, yıkılmıştın, herhalde ondan anlatamadı. Annemle ben sanyorduk ki köprünün iki ucu da yokmuş... Meğer varmış. ღ

İnsanlar, genelde kaybı olmayanlar, bazen de kaybı olanlar ama kayıpları farklı yaşayanlar, bu tip anmaların insana hüzün vereceğini düşünürler, kendi kendimizi acıtıyormuşuz gibi gelir onlara. Yaranın kabuğunu kaldırmak gibi. Oysa bu o kadar özel bir şey ki.

Annemin yokluğunda, doğum günündeki ilk yokluğunda ona bir doğum günü kutlaması yapmıştım. Aklıma geçen sene gelmişti. Geçen sene ona nice yıllara değişimiz, aile dostları ile kutlamamız, hatta benim ona hediye olarak dev bir tencere almam.... Tencere hikayesi çok komik bir hikaye, başka bloga, başka zamana.

Onsuz(annemsiz) ilk doğum gününü onsuz geçirmek istemedim, çok şanslıydım ki çok tesadüfi annemi tanıyan bir arkadaşım katıldı bana o gece, bu gece de. Eğer o kutlamayı yapmasaydım o gün benim için çok zor geçerdi...

Bu tip anmalar oturup hüngür hüngür ağlamak için yapılmaz asla, o çok sevdiğimiz insanlar hep kalplerimizde yaşarlar, kulağa klişe gelse de böyledir bu. O gece annemi çok seven arkadaşımla annem hakkında sohbet ettik, eğlendik, hatta hala hatırladıkça gülerim, annemin doğumgünü deyince votka kapıp gelmişti, anneme içiyoruz, kadeh kaldırıyoruz. Dedim 'Şu an bizi görse zıkkım için,' derdi. Arkadaşım şaşırdı.

- Hadi ya? E annen içmez miydi? (Annem elinden Kuran düşürmeyen, içkiyi denemiş ama asla sevememiş birisi)
+ Yoooo, hayatta içmezdi o, bana da her seferinde söylenirdi.
- Hadi ya? E çok kafa hatundu?
+  & - Puhohahahha


Gerçekten de çok kafa hatundu annem, şen şakraktı. Hatta sırf babam mutlu olsun diye onunla oturup rakı içmemi isterdi özel günlerde bir kadeh de olsa. Son isteği babamla geçirdiğimiz son yılbaşındaydı, ne zorlanmıştım ama babam mutlu olsun diye zorlaya zorlaya içmiştim. O sofrayı ölümün yakınlığının nasıl soğuttuğunu hala hatırlarım. Ben o zamanlar rakıdan nefret ederdim, sırf babam için 4 yaşından beri seviyormuş gibi yaptım. Yemekli toplantılarda babam:

+ Kızım gel bir fırt çek, aferin kızım, bir fırt daha çek , bakın benim kızım ne güzel aslan sütü içiyor.

Normal süt de içmezdim o zamanlar. Sevmezdim. Ama babam için ne zaman istese aslan sütü içerdim.

Nedense şu an aklıma anlamsızca bana peynir ekmek ve domates üçlüsünü sevdirmek için kahvaltı sofrasında muhtemelen kendi uydurduğu

Nar gibi domatesle beyaz peynir
Bir parça ekmekle beraber yenir
Gel onu seninle yiyelim
Her an düzelir, keyfin neşen gelir

dizeleri geldi. Muhtemelen şarkı sözlerini başka şeylere çevirmek babamdan gelen bir gen bana. Ben de çok yaparım, tamamen o uydurmuş da olabilir elbette. Ben de bazen tamamen kendim uydururum. Ben daha bebekken anneme 'Kızımın kulağı çok hassas,' demiş, bu nereden aklıma geldiyse artık. Evet babacığım, hassas, keşke beni sahnede görüp gururlanabilseydin, belki gördün ve gururlandın.

Sonra bana ben doğduğumda yazdığı şiir geldi, bir yerlerde saklı. Onu kendi doğum günüme saklıyorum.

Rakıyı sevmek babam öldüğünde bana miras kalan şeylerdendir. Arkadaşları, özellikle en yakın arkadaşı hep benimle rakı içmek isterdi, nedenini elimde rakı kadehi poz verdiğim bir fotoğrafta gördüm. O ifade bu kadar mı aynı olur? Arkadaşları bende hep babamı gördü, bu beni mutlu etti.

http://ahkamburosu.blogspot.com/2012/01/rak-icen-kadn.html

Babacığım, Maçka'nın bir köyünde doğmuş babacığım, benim için her sene özene bezene doğum günü kutlarken hayatı boyunca bir doğum günü bile kutlamadı. Kendi hayatını kendi elleri ile kurdu. Köyün ilk okuyanlarındandı. Ona benzediğim için içten içe hep gurur duydum, o da benimle.

Benim ruhumu okuyan babacığım, ilk doğum gününü ölümünü on yedi sene sonra kabul edebildiğim bu yıl kutluyorum, senin için gittim rakı aldım, tek dilimlik pasta, bir mum, bir arkadaş ve masamızda fotoğrafın, hani şu herkesin seni Nazım Hikmet'e benzettiği gençlik fotoğrafın. Arka fonda Zeki Müren'den Kandil, tanısaydın çok seveceğin hemşerin Kazım Koyuncu...

Aslında kafamda hep beraber söylediğimiz Samanyolu var, bir şarkısısın sen... Duyduğum zaman ağladığım, diğer yanımda duyduğumda seni hatırladığım ve Derya Köroğlu'nun babasına yazdığını -kaset kapağında-öğrendiğimde hem şaşırdığım hem şaşırmadığım Açelya...



Umarım hala benimle gurur duyuyorsundur, kadehimi sana kaldırıyorum babacığım, doğum günün kutlu olsun, seni çok seviyorum.


4 Haziran 2012 Pazartesi

son nefesine yetişmek istemek...

Bugün, bir gözü kör, çok iyi huylu ve acayip korkak, tüm kışı bir kutunun içinde geçirmiş, yeni yeni benim bahçeye dadanmış, uyuklayan, beni sevindiren bir minikti, "hani o korkak olan" buna da bir isim bulamamışız demek ki, veteriner kliniğinde kalmayı çok seviyordu, bir şey olduğunda hep götürürdük, çıkmak istemezdi, yastığı ve o ve her zaman sevilmeye hazır hali mutluydular.

Akşam üzeri her zamanki gibi arkadaşım aradı, sesi çok kötyüdü, normalde de giderim de bu sefer destek olayım diye gittim, ağlıyordu, "hani o korkak olan" 3 gündür çok kötü ve şu an can çekişiyor, dedi.

Kediler beslenecek ve "hani o korkak olan"ın yanına gidilecekti, kedilerin beslenmesi hiç aksatılmaz. Sonra da veterinere koşacaktık son nefesinde yanında olalım, sevildiğini bilsin diye.

Gittiğimizde çok geçti, birkaç dakika ile kaçırmıştık. 


Bu beraber son fotoğrafımız, hazır gözü açıkken, tek gözü, onu hatırlatan bir fotoğraf olsun istedik.

Geçişine yardım etmek istedim, arkadaşım da ben de ağlıyorduk, meğer yapılacak hiçbir şey yokmuş, bu zamana kadar nasıl yaşamış meçhul, akciğer apsesi varmış ve o patlamış... 

Arkadaşım ağlarken 'son nefesine yetişeyim istedim, yalnız olmadığını bilsin istedim,' dedi.

O an ben tutamadım kendimi, 'ben de annemin son nefesine yetişmek istemiştim ama yetişememiştim,' dedim.

Ben de az bir farkla kaçırmıştım, aklıma o gece yanımda kan kusup ben üzülmeyeyim diye 'hoşaftan oldu,' diyen, yanında ağlamamak için zor tuttuğum annem geldi. O görüşmenin son görüşme olduğunu içten içe biliyor ama bilmek istemiyordum. Yoğun bakımda onu hiç üzmeden sanki her şey yolundaymış gibi yaptığım tüm şeyler, 'ben sana evden getiririm bunları yemek zorunda değilsin' dediğimde 'ben hiçbir şey istemiyorum, senin sağlığını istiyorum' demesi, 'bak ben turp gibiyim,' dediğimde 'inşallah' diyen 'kanıtlarım var getireyim mi kan tahlili sonuçlarımı' diyerek güldürmeye çalışan ben, çişimi yapamıyorum diye sıkın ile söylediğinde kasığına bağlanmış bir damar yolundan şırınga ile çekildiğini gördüğümde kendimi dünyanın en suçlu insanı gibi hissettim, tüm bunlara benim için dayanmıştı, dayanıyordu, hala, girilecek damar kalmamıştı, ayağından ve el serçe parmağından cerrahlar girebilmişti, bu haldeki bir insan nasıl ameliyata girer? Orada kan kustuğunda hemşire kızların da, benim de gözlerim doldu, ağlamadım, ağlamamalıydım, hoşaftandı. Pis hoşaf.

Yoğun bakımdan nasıl çıkıp da o sekiz katı zırlayarak indiğimi ben bilirim, laboratuara gidip annemin sonuçlarını görmek istedim, doktor arkadaşım yönlendiriyordu, sonuçları aldım, cuma enfeksiyon çıkmış, sonra inmiş ama pek inememiş ve kanama yokken hemoglobin düşmüş, kan kendini kendini yok etmeye başlamış, bir gün önceye döndüm, cumartesi arkadaşım bana bağırıyor,
 farkında değil, 'niye düşmüş kırmızı kan?' 'ben nereden bileyim 8 ünite kımızı kan vereceğiz dediler, 3'ten yukarı 8'e çıkarmışlar tekrar', o da farkında değildi, üzüntüsünden bana baırıyordu çünkü o da annesi gibi seviyordu ve sonuçlardan ne olduğunu anlıyordu.

Çıktım laboratuardan, zaten kimse yok, oturdum banka daha fazla ayakta duramadım ve zırıl zırıl ağladım, o kadar ay, o kadar yıl artık sona eriyordu ve içten içe biliyordum. Annemin başında Cebrail değil, Azrail bekliyordu artık....


Bana destek olmak için gelmiş, beni mutlu edeceğini düşündüğünden arkadaşları ile yemeğe çıkarmaya çalışan Emily'ye gitmesini söyledim, 'benim burada işlerim sürecek aç kalma,' dedim. Meğer kan merkezindeki abimiz ona bir şeyler anlatmaya çalışmış ama hiçbirimiz o kadar çabaya anneme ölümü yakıştıramadığımız için Emily de 'artık bekliyoruz,' cümlesini anlamak istememiş.

Ben sanki ertesi gün bir ameliyat olabilecekmiş gibi hala trombosit, izinler vs peşinde koşarken beni tek güldüren sevgili endless dream'in doktorumuzun adının gerçekten zeynel abidin cümbüş olduğunu sanması ve sözlüğe böyle yazmasıydı.

Koşturmalardan sonra yoğun bakıma gittim, metpamid yaptık, bulantısı geçti uyuyor şimdi, dediler, huzurlu görünüyordu, yalnız ağzı çok kuruduğu için sakız istemiş. Diş hekimi bir ablam annem için özel bir şey getirtmişti ama o saatte oraya gidip alacak enerjim yoktu, hemşire kıza gerekirse yine de gideceğimi söyledim, sakızın yeterli olduğunu, artık kendimi yormamı istemediğini eve gidip dinlenmemi söyledi.

Arada kalmıştım, orada kalabilirdim, doktor bir arkadaşım odasında kalabileceğimi söylemişti, ertesi gün ameliyatta zaten kaybedeceğim annemi kalsam mı gitsem mi arada kaldım ve hemşire kız tarafından aynen eve yollandım, ağlayarak.

Sakızı uyanınca vereceklerdi, annem hiç uyanmadı.

Ben ağlayarak eve gittim, giderken kadim dostlarım Banu ve Şenol'a artık gücümün kalmadığını, onların ilgilenip ilgilenemeyeceğini sordum, kan kustuğunu söyledim. Banu'ya canım dediğimde arkasını dönüp bakan karşısının taksisini de hiç unutmam, inecek halim bile yok, yol bilmiyor o halde yol tarif ediyorum. 

Eve geldim, yapılacak bir sürü şey... Nedense 2 miydi ancak yatabildim, 3: 30'da telefonum çaldı, koroner diye kayıtlı olduğundan 1,5 saatlik sersem uykuya rağmen hemen açtım, 'doktor koronerin önüne gelmenizi istiyor,' dedi hemşire. 'Ağırlaştı, di mi?' dedim, her zamanki cevap geldi, 'biz bu konuda bilgi veremiyoruz, gelip doktorla görüşmeniz gerekiyor'. Banu ve Şenol'u aradım, gecenin o yarısı hemen geldiler, ben zaten sürekli ağlıyordum, saat tam 4'ü çeyrek geçe içim öyle bir yandı ki annem diye ağlamaya başladım derken kapı çaldı, hemen gittik ama son nefesine yetişememiştim. Doktor da ağlıyordu, herkes ağlıyordu, bu kadar ağır vaka olup karşılaştıkları en sorunsuz hasta ve hasta yakını olduğumuzdan özel bir yerimiz vardı ya da bana öyle geldi. Doktor 'Hafize teyze'yi kaybettik,'dedi ağlayarak, annemi ilk kez o gün gören doktor dahi ağlıyordu.

Beni dışarı aldılar, içeride temizliği yapılıyor şimdi dediler, normalde yasak ama güvenlikle konuşup arkadaşlarımı da yanıma almıştım, yukarı bu haberi almaya tek başına çıkacak gücüm yoktu, temizliğini yapıyorlar deyince aklıma bir sürü kan geldi, üzerindeki kanları temizliyorlardı muhtelen, çıkardılar, sardıkları zımbırtıya sarıldım, o son sarılışım olabilecekti, morga indik, benden ayırmak istediler, "etkilenmeyeyim" diye, aklıma babam geldi, hem annem son anlarında yalnız olmadığını hissetmeliydi. Morgda çekmeceye yerleştirdikten sonra bahçeye çıktığımızı ve ağaçları hatırlıyorum.

O kadar safım ki hemşirelere annemin benim için bir şey deyip demediğini sordum, 'zaten hep sizden bahsediyordu, babanızın ölümünden sonra kendinizi çok yıprattığınızdan...' falan dediler. Ben o kadar salaktım ki annem uyandı sandım, sanki uyandı ve benim için bir şeyler dedi sandım. Uykusunda fenalaştığını ve uykusunda öldüğünü dahi düşünemeyecek durumdaydım.

Aylar sonra idrak ettim desem yeridir. Çünkü ben o son nefese yetişmeyi çok istemiştim, son nefesini verirken yanında olmayı çok istemiştim, elini tutmayı çok istemiştim, oysa Zincirlikuyu'dan alırken tutabildim elini, ne tuhaftı. Morga götürene kadar da sarılıp ağladım, o kesif ilaç kokusu, her şeyine sinen ve kıyafetlerini kokladıkça içimi dağlayan o kesif ilaç kokusu.

Ben annemin kokusunu istiyorum, annemle ilk defa acile kaldırıldığında birbirimize sarılıp yatmıştık, hatta bir hemşire az kalsın annem yerine benden kan alıyordu da gülmüştük,
sonra birbirimizi hiç bırakmadık, o hali ile bile yatağında yer açıyordu, yanlışlıkla serumuna deyip canını yaktığımda ay deyip sonra yok bir şey diyerek geçiştiriyordu, halbuki kim bilir nasıl canı yanıyordu, acile kaldırdığım ilk gün kan verilirken elini kıpırdatmasın diye hep tutmuştum. Ve annemin son nefesinde yanında olmayı gerçekten çok istemiştim, kalma olanağım varken... neden eve gitmiştim ki... Canlıyken en son boneli kafasını öpmüştüm, bebek gibiydi, altı bezli, başta bone, atlet, döngüsünü tamamlamıştı. Onunla konuşuyordum ama o gözlerime bakarken gözlerime bakmıyordu. 

Annemin tam da içim yandığı saatte öldüğünü üzerindeki ölüm kağıdından okuduğumda anne ile çocuğun aslında ne kadar güçlü bir bağı olduğunu fark ettim. Bugün ikinciye zili çalmaya kalktım o öldüğünden beri.

Bana kötü haberi verdiklerinde elime ilk tutuşturdukları şey evlilik yüzüğü oldu, bir evlilik yüzüğü, kaç yıl önce ölmüş eşe aşkla bağlılık bu kadar olabilirdi. Ona da ağladım.

Ben elimde yüzük hala benim için ne demiştir, hakkını helal etmiş midir diye düşünüyordum. 

Ölümün içindeydim ve görmüyordum. 

Halbuki ölümlerin en güzelidir uykuda ölmek. 


Rahat uyu anneciğim.


3 Haziran 2012 Pazar

Anış

anış

yıkık manastırın orda
kalbim ki,
o da yıkıktı.
bir keşiş bıçağıyla dağlanmış
çiçekbozuğu,

çopur -
bir hayat
acıtıyordu beni
sevgilim.
her şeyin
hüzne vurduğu yerde
bütün saatlerin,
kuzguni bir denizi
çoğaltarak
hayat
acıtıyordu beni.

bense geçerdim
karamuklarla, karabasanların
arasından
geçerdim
hiçbir
im
bırakmadan geride
bana en sırlı gelen
acının o en sırlı noktaından.

bin dokuz yüz yetmiş beş'in
ekiminde
yıkık
manastırın orda
kalbim ki, o da.
 
Behçet Aysan

Nazım ve Hikmet...

Bu yazıyı mavi veya polly jean'in dediği gibi çivit gözlerle yazmak isterdim ama yaşlarla hepsi aktı gitti ve ben bu yazıyı içinde adı geçen herkese adadım gitti.

Nazım ve Hikmet...

Hikmet benim annemin adıydı, Nazım Hikmet babamın en sevdiği şair ve evimizin dördüncü üyesi.

Yıllar önce liseden bir arkadaşım, bana çerçeveli minik bir Nazım Hikmet fotoğrafı hediye etmişti, şimdi çevirip arkasına baktım, sene 1996, yılbaşı, babamsız ilk yılbaşı. Arkadaşım bana bu hediyeyi verirken iki şey söylemişti: Bunu sana hediye ediyorum çünkü hem senin hem benim sevdiğimiz bir şair ama daha çok babanın en sevdiği şair ve baban da ona benziyordu.

Gerçekten de evime gelen herkes aile fotoğramıza bakıp anı şeyi söyler. Aile fotoğrafı dediğim benim, annemin, babamın ve Nazım Hikmet'in ayrı ayrı çerçevelerde olduğu duvar. Her an başımı kaldırıp gördüğüm tek aile fotoğrafı budur, yıllarca böyle oldu. En üst ve ortada annem, solunda ve biraz aşağıda babam, babamla aynı hizada sağ tarafta ben -baktım da babamın biraz aşağısında da olabilirim- ve annemin çerçevesinin altında Nazım Hikmet en bilinen fotoğrafı ve şu dizeleri ile:

"yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim."

 1996 yılbaşı, babamsız ilk yılbaşı gelen bu hediye duvarda hep ailemizin dördüncü ferdi olarak yerini aldı.

Benim tahtadan yapılma bir takvimim var, üzerinden ayları ve günleri değiştirip yıllarca kullanılabilen bir takvim.


Genelde tarihi değiştirmeyi unutuyordum, özellikle annemi kaybettikten sonra, hatırlıyorum çok uzun bir süre 09 May'de kalmıştı...

Yaklaşık iki hafta önce evi toparlarken elime çok alakasız bir şekilde bir fotoğraf albümü geçti, içinde Ekim 1992'de çekilmiş fotoğraflar, babamın hastalığı ve ilk ölümden dönmesi daha yeni, o kadar alakasız fotoğraflarla doluydu ki, annemin fotoğrafları, annem ders verirken, babamın o an, ölüm anı, hastanede içlerinde babamın kollarında öldüğü birinin de bulunduğu -annem öldükten sonra öğrendim ve annemin bana anlatmamış olmasına çok şaşırdı- aile dostlarımız, o dönemki en yakın arkadaşımın ailesi, başkasına bakıyormuşum gibi hissettim. Babamın yüzüne baktım uzun uzun, babamın yüzünü unutmuşum dedim kendi kendime, unutmak istemişim. Bu olay sevgili takvim 23 may'i gösterirken ve ben ilk defa 2 3 gündür tarihi düzenli değiştirirken oldu. Ben babamla ilgili ne kadar çok şeyi unutmak istemişim meğer...

24 Mayıs gecesi saat 12'yi geçtiğinde aa değiştireyim diye takvimime gittim, 25 mayıs, babamın ölüm yıldönümü... Babam öldüğünde ben hiç ağlamamıştım, zaten yapı olarak çok ağlayabilen biri, hele o zamanlar, hiç değildim ki babama tapardım ben, ruhumu okurdu o.

O geceyi hatırladım, beni morga götürmemişlerdi, kavga çıkmıştı, 'sen küçüksün etkilenirsin', 15 yaşındaydım ulan! En son gömülmeden önce tabutunu açtırıp gördüm yüzünü, öpmek istedim, dokunmak istedim, ilaçlı diyerek engel oldular. Aslında tüm bunları o 24'ü 25'e çevirdiğim an yazmak istedim oysa tam da o an, günü çevirirken, ağlamaya başlamıştım, tüm gün ağladım, sanki babam o gün ölmüş gibi ağladım... Şu anda da ağlıyorum ama o gece yazamayacak kadar çok ağladım... Meğer ben 17 seneyi içime nasıl gömmüşüm... Annem üzülmesin diye yıl dönümü tarihlerini bile unutmuşum bilmeden, bunların hepsini bilmeden yapmışım...

Üzerinden iki yıl geçti geçmedi, yas ve göç diye bir yazı okudum, zamanında yaşanmadıkları takdirde bir uzman eşliğinde tekrar kişiye yaşatılmaları gerektiğini yoksa kişinin ileri tarihlerde çok ağır bir depresyona gireceğini yazıyordu, Bilim ve Teknik Dergisi. Gttiğim her uzmana bunu söyledim, kiminin deyişine göre dramatik, kimininkine göre travmatik bir hayatım olduğundan hiçbir uzman benim bu ihtiyacımı, belirtmeme rağmen, sallamadı. Kökeni es geçtiler, diğer konulara odaklandılar.

Sen babanı çok seviyordun, baban da seni çok seviyordu, sorun yok o zaman... Hayır efendim işte o çok sevgiden esas sorun, yıllarca acı çektim, üzerine bir sürü şey eklendi, emdr yazım ahkam bürosu blogumda durur, yardım aldığım konu "bittiğinde" bunu dile getirmeye çalıştım, anlatamadım. Esas sorun o yastı, yaşanamamış yas.

İki defa ağladım ben babam için, çok iyi hatırlıyorum birisi 2 ay sonraydı ama mevzu şöyleydi: "şimdi bana bakıp onun babası yok diyecekler." Bu bana çok ağır gelmişti, sanki dışarıda görünmeyen tüm parmaklar beni işaret ediyordu, eve gidip ağladım. Sonrası 7 8 ay sonrasına denk gelir, annemle ilişkimizi de bana her an öleceğini söyledikleri günün ertesi gecesi yazmıştım, biribirimizi sever ama anlaşamazdık, bambaşka dünyaların insalarıydık, I can't live with you I can't live without you...

Bir arkadaşım neden sürekli annemin kurmaya çalıştığı köprüleri yıktığımı sormuştu, bunun elbette pek çok nedeni vardı, annem bana ulaşmaya çalışıyor ama ulaşamıyordu çünkü ben o babamla uğraşırken çok uzağa gitmiştim, uzağa mı? Hayır öteye, ötelere gitmiştim.

"Uzağa değil usta, değil usta,
ötelere
çok öteye gittin
yalnızlığın,
yalnızlığın, yalnızlığın bundandır."

Bu şiirin ezgi versiyonunu Mayıs Müzik Topluluğu'ndan dinlemiştim ilk. Aylardır bu konu hakkında tek kelime etmediğimi, endişelendiğini söyledi, arkadaşıma şunu dedim ve ağlamaya başladım, "Çünkü artık o yok," ağladım, azıcık, o da ağladı. Koskoca yıllar boyunca tüm ağlamam bu kadar... dı.

Annem vefat ettiğinde morga da ben götürdüm, çekmeceye de ben yerleştirdim, hastanede örttükleri zımbırtının üzerinden sarıldım, öptüm, burnuma anne kokusu değil ilaç kokusu geliyordu, çok kesif bir ilaç kokusu, benimle olmak için nelere katlanmıştı...

Sonra arka bahçeye çıktığımızı hatırlıyorum, her zaman yanımda olan, gecenin 3: 30'unda dahi bir telefonla gelip beni hastaneye götüren Banu, Şenol ve ben, her şey bittiğinde Banu'nun kucağına yattım. Ağaçlara baktım, o kadar tuhaftı ki artık onun olmaması. Sabaha karşıydı, gün yeni ağarıyordu. Bir süre kaldık öyle... Bugün kendimi dışarı atıp sevdiğim ağacıma ilk kez yaslanarak uzanıp yukarı baktığımdaki gibi... Annem aklıma geldi, hastane ağaçlarına baktığım o an ve babam, babamın ölüm yıldönümünde bir şey yazamadığım için bunu babamın doğum gününde yapmayı düşünüyordum, 3 hazirandan tam bir hafta sonra, bu yazı bu nedenle aslında sadece bir Nazım Hikmet yazısı değil, hatta bir Nazım Hikmet yazısı bile değil diyebilirsiniz. 3 Haziran olduğu o an bile aklıma gelmedi ve bir dostumun,  birinin kolumdan tutup beni dışarı çıkarmasına çok ihtiyacım olduğu için yazdığı; "bugün pazar, bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar" dizelerinin tam da o gün neden yazıldığını ve benim zamanda kaybolup o günün pazar olduğu için arada gelen anma dizelerden biri sandığım gerçeği suratıma tokat gibi indi. Ne zaman? Akşam hatta gece...  Şu yazıyı okuduğumda: http://www.yazihaneden.com/2012/06/nazim-nesir-nazim-franz/ ve bugünün, farklı bir yılda, 1917'de, sevgili Franz Kafka'nın da ölüm yıl dönümü olduğunu öğrendiğimde.



Unutmuşum tarihi, takvim 29 mayısta kalmış öyle, yoksa nasıl unuturum ki yıllarca söylediğimiz 3 haziran '63'ü, unutmamışım da kaybolmuşum. Ne çok söylerdik oysa.

"gece leylak ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam, haziranda ölmek zor "

Ne bileyim yıllar sonra annemin de haziranda öleceğini.

Neden sonra anladım niye kendimi dışarı attığımı, güneşi yakalayamadım ama derdim şu dizelermiş, azıcık da olsa teselliymiş meğer.

 "bugün pazar.
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
toprak, güneş ve ben...
bahtiyarım..."

Babamın son hastane döneminde her gittiğimde ona okuduğum 835 satır kaldı dilimde ve kalbim elimde.

"göğsümde 15 yara var
saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak
kalbim yine çarpıyor
kalbim yine çarpacak

göğsümde 15 yara var
sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular
karadeniz boğmak istiyor beni
boğmak istiyor beni
kanlı karanlık sular

saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
kalbim yine çarpıyor
kalbim yine çarpacak

göğsümde 15 yara var
deldiler göğsümü 15 yerinden
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden
kalbim yine çarpıyor
kalbim yine çarpacak

yandı 15 yaramdan 15 alev
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak
kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor
çar-pa-cak"


2 Haziran 2012 Cumartesi

Lili

İlk sourberry'de telef erik'in yayınında duymuştum bu parçayı, benim kızımın adı da lili deyince parçayı göndermişti.  Biraz önce itunes bir sürpriz yaptı, neredeyse tamamen unutmuşum şarkıyı ve youtube üzerinden izlerseniz göreceğiniz gibi ecnebiler dahi Lili'yi nasıl yazacağından emin değil, Lili, Lily, Lilly... lil.


Lili, is there really a place for people like us?