20 Haziran 2012 Çarşamba

Birbirimizi üzmemek için konuşmuyorduk

Günün en vurucu cümlesi bu sanırım.

Nasıl bir yıldönümüydü? Tabula Rasa özlemi ile dolu bir gün diyebilirim.

Tüm kışın kabusunu üzerinde taşıyan halıları hazır yokken yıkatmaya vermek için beklerken sabah elime kan duyuruları zamanındaki kağıtlar geçti, haydefineysin, Batuhan Ersöz... bir sürü isim...

Bugün bir dönüm noktası olmalıydı. Nasıl? Bilmiyorum. Sadece geçen seneye baktım ve nasıl bir kabusun, nasıl bir pusun içinde olduğumu gördüm, kendime yüklenmiyorum derken bile kendime ne kadar yüklenmiştim. Yaşadıklarımın kolay olmadığını kabul etmek neden bu kadar zordu?

Her şeyi temize çekmeye çalıştığım için laptop'ımı da bugün servise vermeyi düşünüyordum ama içini boşaltamadım, derken annemin ahretliğinin fikri olan annemin yıl dönümünde toplanıp çekirdek kadro bir dua okuma seremonisine geç kaldığımı fark ettim.

Niyetim helva kavurup dağıtmaktı ama eve yarımda gelince öyle olmadı. Bu niyetle verdiğim tek şey komşum bilişim dergisine kablo desteğini iade ederken annemin bir sır gibi sakladığı Efes dark'ı vermekti. Niye öyle saklamış hiçbir fikrim yok, Efes içmem ki ben. Değişik bir dağıtım oldu ama onun yüzünden... Sanırım hep merak edeceğim niye orada ve niye öyle sarılı olduğunu.

Evden bir koca torba yün çıktı, rutubet sorunundan nasibini almış, bir bilene sordum, koy çöpün yanına alan alır dedi, öyle yaptım.

Sonra yıllar önce annemle konuşmak için edindiğim avea öğretmen hattı, ki sonra kontörlü olacaktı ve kapatma isteğimi kabul etmeyeceklerdi, annemin telefonuna yerleştirdiğim ve asla dokunamadığım için nihayet kapanmıştı. Kartını kırdım, attım. Annemin telefonunu da önce bir kıyıya bıraktım, sonra içinde belki telefona kayıtlı bana dair bir mesaj vardır diye geri aldım, aylardır şarj edilmediği için bilemiyorum ama yeni hattımı takmak da istemiyorum. Telefonu ihtiyacı olan birine vereceğim. Yol ortasına bırakmaktan vazgeçtim.

Bu yazıyı yazmadan önce dünkü yazıyı yazarken eriyen mumların yerine yeni şamdan mumları koydum, keşke annneler günü indirimde daha fazla şamdan mumu alsaymışım. Sonra mutfağımı temizledim ve türk kahvemi aldım, annem çok severdi.

Dua seremonisi beklediğimden keyifli geçti, bir kere kısaydı, gereksiz yere uzun değildi, zaten görüşmek isteyip görüşemeyen çekirdek kadro görüşmüştük. Hazırlanan sofrayı görünce inanamadım, ben kendimi zor götürmüştüm.

Annemin ölümü üzerinden bir yıl geçtiğine ve bu nedenle orada toplandığımıza da inanamadım. Zaman çabuk geçermiş, ben eğilir bükülür sanıyordum.

Bu seremoninin esas fikir sahibi hastaneye kaldırıldığından o yoktu. Bana başka bir güne ertelemek isteyip istemediğim soruldu. Benim için her şey olması gerektiği gün yapılmalıdır. Başka türlü anlamsız buluyorum. Dedim biz yine de yapalım.

Geceyi hastanede sonlandıracağımı ben bile bilmiyordum, annemin ahretliği tabir ettiği hastanede yatan ablasına gittim, kan takılması gerekiyordu ve kan takılırken yanında birisi olsun istiyordu, dört çocuktan kimin gideceği muallaktaydı.

Ben uğradığımda kan yeni takılmıştı, seremonimizi yaptık, onun için ve annem için önemliydi, kan bitene kadar kaldım ve neredeyse 3 saat sürdü bir ünite kan... 5 numara kaldı yanında kısacası.

Böylece ne helva, ne laptop ve harici hdd sorunu, ne başka bir şey. Lali'nin hayatında yine bir hastane vardı, sadece bu sene gün başlarken değil biterken.

Annemden konuştuk bol bol, herkese annemin fi tarihindeki sağlık karnesi fotoğrafını gösterip fotoğrafta kim olduğunu sordum. O fotoğrafta ben de vardım, karnında...

Annemle iletişimimiz bir türlü olamadı bizim, geçen sene uzun bir yazı yazmıştım, belki cesaret edip elimi götürmeliyim ve buraya eklemeliyim şimdi.

"dün eve giderken ayaklarım geri geri gidiyordu, hırlının tek yapamadığı ölü kediyi gömmek... bana kaldı, mecbur döndüm, anneme demedim üzülmesin diye, gece kriz ondan gelmiş, hissetmişim demek... eğer bir şekilde kan değerlerini yükseltebilirlerse dalağı alacaklar çünkü yıkım orada oluyor(muş) elbette ameliyattan çıkamama riski yüksek ki ameliyata girememe riski de yüksek, her an kaybedebiliriz dedi doktor biraz önce. o velcade'ı uygulamayacaklardı zevalin'in üzerine, radyoterapi vereceklerdi ama iliğe dokunmayacaklardı... velcade'ın en sık görülen yan etkisi trombositopeni iken sırf denemek için uygulandıysa allah belalarını versin ne diyeyim. öyle bekliyorum şimdi. yapabileceğim her şeyi yaptım...

(deliberte, 10.06.2011 16:28)"

Esas yazıyı ise cumartesi gece yarısı perdeleri çekip annemin servis yatağında hüngür hüngür ağlayarak yazdım:

"dün yarım yurum bir şeyler yazmışım. anladığım kadarı ile herkes de zannımca patlamış kulağıma saygı gösterip gelişmeleri buradan takip ediyor. ben nasılım? bilmiyorum... anlamsız.

dün ben neden taksiciye o kadar sinirlendiğimi yazmamışım, hastaneye geldiğimde annemin yatağı toplanmıştı, telefonu yolda aradığımda cevap vermiyordu. 10 gibi telefonda konuşmuştuk, 10:30 sularında masif bir kanaması olmuş, tansiyonu düşmüş, o halde bile kızıma söylemeyin, panik yapmasın iyiyim ben nasılsa yolda geliyor demiş. o gece normalde 2 3 defa tuvalete kalkan annem hiç uyanmamış, bana atak gelirken iç organlar ince sızı kanamaya başlamış meğer... anneme bir şey oldu, anneme bir şey oldu korkusu gerçekmiş... abdala malum olur ya, işte ondan... o nasıl ilk acil gecemizde, hevipeyra'nın koşup trombosit verdiği, hırlımın çok üzüldüğünü bana söylediyse ve ben hırlı ile konuştuğumda annemle hiç konuşmamış olduğunu öğrendiysem ben de onu hissediyorum. anne sonuçta, canından bir parça...

ben annemle yaşayamayı hiç beceremedim, çok bocaladım, bazılarınızla sıkıntılarımı paylaştım, başka şansım yoktu, hastaydı ve benim annemdi. son dönemlerde ikimizin de sinirleri iyice yıpranmıştı, ben bazılarınızın duvarlarına ağladım. uncomfortably numb'ım. çok yorulmuştum, ne yapacağımı bilmiyordum, çok zorlanıyordum, üzülmesin diye belli etmemeye çalışıyordum ama saklayamıyordum da. son on küsur seneden sonra ben de pek sağlıklı kalamamıştım. niye yazıyorum bunları? bilmiyorum. belki o uncomfortably numb halimde kafamdan geçenler, kafamdan geçenler yüzünden duyduğum suçluluklar, elimde olmayan çıkışlarım, hem engel olamamam hem de acayip suçluluk duymam, bir ortasını bulamamam... artık sonlara yaklaşmış olduğumuz gerçeği, artık sağlığı ile ilgilenemiyor olmam, elimde olmaması çünkü kendi sağlığımla bile ilgilenemiyor olmam... ve en acısı da bunların içimi kor bir demir batırılmış gibi yakması...

anneme durup da hayatın kenarından baktığım her an çektiği acıları, annesizliğini, ailesinin ilgisizliğini, yıllar sonra zengin biri okuttu etti diye sırf parası(?) için iletişim kurmaya çalışmaları, bazılarının niyetini belli etmesi, bazılarının etmemesi, etse de annemin anlamaması, en yakınlarına yıllar sonra kavuşmuş olmanın getirdiği mahçup hüzün... annemin 5 yaşındayken ayrıldığı evine gitmiştik, gerçek evine, doğduğu büyüdüğü eve, annem her yeri hatırlamıştı, şurada şu burada bu diye ve aradan 50 yıl geçmişti, tam 50 yıl, yarım asır... ruhsuz ve lanet yengem bile duygulanıp ağlamıştı, annem çocuk gibi sekiyordu, onu hiç arayıp sormamış abilerinde ablalarında teselli arıyordu, benim içim acıyordu... çocuğummuş gibi bağrıma basasım geliyordu, yapamıyordum, hiç yapamadım...

belki de hiç yapamayacağım çünkü dün hastaneye vardığımda annemi yoğun bakıma almışlardı bile. önce hafif bir kanaması oldu, orada daha iyi olur bakılması dediler, sonra trombositler dalakta yıkılıyor, hiçbir tedaviye cevap vermedi bu durumda dalağı almamız gerekiyor ama kan değerlerinin yükselmesi lazım dediler... sonra bir doktor benimle çok önemli bir şey konuşmak istedi, o an her an kaybedebileceğimizi, dalak ameliyatına hazır hale getirilmeden bile sürenin dolacağını söyledi.

biliyorsunuz, bu lanet hastalıkla uğraşırken sonun kan ve seruma bağlayacağını biliyorsunuz ama yine de benim annem mücadeleci ki! öyle ki sevil bavbek'e gittiğimizde annemin lenfoma tipi mantle cell lenfomanın normalde 3 ayda götürdüğünü, non hodgkin olduğu, yani çok yavaş yayıldığı için şimdiye kadar geldiğimizi söyledi. daha sonra o acile yatma leylalığında arkadaşım aradığında ise artık bana getirmeyin diyecekti. çok garip bir şey söyleyeceğim, bu sözler beni üzmedi, sinirlendirdi. kimse kimsenin biletini kesemez, babam için, ki son evre ve metastas yapmıştı kanseri, bir aylık ömrü kalmış demişti o pezevenk doktor vakti ile, 4 sene yaşattık, annem babamı 4 sene yaşattı, akciğerdeki metastas ilk kontrolde kaybolduğunda doktoru inanamadı. beynine sıçrayan kısımdaki tümörü alan aykut erbengi'yi hiç unutmayacağım dedim çocuk halimle ve hiç unutmadım. emeği olan, geri çevirmeyen kimseyi unutmadım...

şu anki durum biliyorum ki kriz masası, kemik iliği o lanet olası ilaçlardan ötürü baskılanmış durumda ve bunun ne kadar süreceği belli değil, hep derim, hep yazarım, kanser değil tedavisi öldürüyor diye. yalan değil. uygulanan yüklemelere ve tedavilere cevap vermiyor ve bu şekilde yüklenmeye devam edildiğinde vücut verilen kanı kabul etmemeye de başlayabilir, dalak çıkarma operasyonu normal bir itp hastası için çok basit ve yüzde 95 başarılı iken annem gibi sürekli kanayan bir hasta için ölümcül risk taşıyor, bir yandan olmaması da risk taşıyor, alınmazda ne kadar devam edebilir bilmiyoruz, alınırsa da ne kadar devam eder, onu da bilmiyoruz. buradaki doktorlar çapa'dakilerin aksine iyileştirmek için epey çaba sarf ediyorlar, bir yandan da gerçekler var. dün görmek istediğimde yatağında oturur ve su içer bulduğum, bana barış aferezleri tamamlamış diye sevinçle haber veren annemi her an kaybedebileceğimi, her saniyelik görüşte beni gördüğünde -kapının tam karşısındaki yatak şansıma, yoksa yoğun bakıma almıyorlar- el sallayan annemi her an kaybedebilecek olduğum gerçeği içimde öyle bir döndü ki içim dışıma çıkana kadar ağladım. dokunamadım bile, ya gerçekten giderse, sarılamadan giderse? bana iki üç ay önce birdenbire ağlayarak sana hakkımı helal etmiyorum, düzenli beslenmiyorsun diyordu, valla düzenli besleniyorum anne, açlık hissetmememe rağmen bir şeyler yiyorum, ilaçlarımı aksatmıyorum, yemin billa kendime bakıyorum anne, eder mi acaba hakkını helal, benimki zaten helal olsun, ne yaptım ki? ne yapabiliyorum ki? lanet hastalığın gün gelip annemi yeneceğini hiç düşünmedim. o o kadar güçlüydü ki, ilik naklinde transplantasyona üç gün kala, boynunda kataterle teyzeme kendine dikkat et, kendine bakmıyorsun diyebiliyordu telefonda, kan bağı bile olmayan teyzeme... o o kadar güçlü ki, dün ben zırıl zırıl ağlarken ece uyuyor mu diye sormuş, onlar da evet demişler, aman sakın uyandırmayın, çok yoruldu o demiş, o halde bile beni düşünüyor, benim yorgunluğumu düşünüyor. benim ne yorgunluğum olabilir ki? kolları delik deşik, vücudu mosmor megakaryositleri lüküs olan ben değilim ki, ben ne acı çekiyor olabilirim ki? kanamayla çamaşırlarımı batıran ben değilim ki, neyim yorgun olabilir benim? ne kadar yorgun olabilir? iki koştum, yuvarlandım diye mi?

bugün yorgunluktan bayılmışım annemin servisteki yatağına, yan yataktaki teyzenin akrabalar geldi, bu kızın da annesi çok ağır hasta dedi, o kız kim diye düşündüm, şaka yapmıyorum, o kadar yabancı geldi ki o durumda olmam kendime, benim annem çok ağır olamaz ki... daha bu öğlen başını tepeden sumo güreşçisi gibi bağlayıp yemek yiyordu, ev yoğurdu büyümix ruşeymli ekmek falan gönderdim. yaptığım ilk yoğurdu tadabildi ya, o da bir şey. sapık gibi bekliyorum koroner yoğun bakım ünitesinin önünde, volta atıyorum. belki de saniyeden bile kısa sürecek bir süre onu görebilmek için,içeri giren hemşireyi personeli, yemek zamanlarını... bir amca geldi dün, kızım böyl volta atarak olmaz otur dedi, meğer o da iki gün kalmış, bugün de oturuyordum, çok yorgundum ya da değildim, bilmiyorum, kızım bu ne hal yahu? ben üç saat bi gittim sonra geri geldim dedi... ah keşke! anneme dair son uyanık imaj sumo güreşçisi saç modeli ile -tanıyanlar canlandıracaktır- yemek yediği sahne, diğerlerinde hep uyuyor, kırmızı kan yavaş yavaş damlıyor ve annem uyuyor... ne garip ki uykular birbirine karışabiliyor...

"bu öğlen uyuya kalmışım. sen hikmet teyzenin saçını tepesinde topladığını söylemiştin ya, rüyamda hikmet teyze sumo güreşcisiydi ve biz onun en büyük maçına çıkmasından önce enerji versin diye habire suşi yapıyorduk seninle. bi ara somonumuz bitti, hiçbir yerde bulamayıp boğazdan olta salladık. sen uzun uğraşlar sonucu tuttun somonu, bu arada ben 1. köprü üzerinde tezgah kurdum ve sen tuttuğun anda suşiyi yapmaya başladım." *

annem şimdiye kadar giriştiği hiçbir mücadeleyi kolay kolay kaybetmedi, inadından çok çeksem de onu hayatta tutan da o inadı, yoğun bakıma giderken tansiyonum düştü geçer diyen kadın bu, saniye bile olmayan enstantanelerle anlayamıyorum ameliyat olması gerektiğini biliyor mu bilmiyor mu, durumunun giderek kritikleştiğini biliyor mu bilmiyor mu, benim ameliyatına onay verdiğimi biliyor mu bilmiyor mu... hiçbir fikrim yok, ne diyeceğiz ameliyata gireceği zaman? çıkmama ihtimali yüksek olan ameliyata girdiği zaman? nasıl diyeceğim ben hakkını helal et diye, artık düzenli besleniyorum desem anlar mı ki?

dün çok ağladım, şu an çok ağlıyorum. bilim diyor ki süre doldu, oyun bitti, son çıkışını yaptın yaptın... o da belki kurtaracak seni, düşürdüğün veziri o piyon belki kazanacak. bugün ise garip bir durgunluk vardı içimde, her şey iyi olacakmış gibi, benim gibi tek çocuk olan ablamın içinde de aynı his vardı, hikmet abla inatçıdır, bu oyundan da galip çıkacak, göreceksin.

bu gerçek olsun o kadar istiyorum ki, kan değerlerine sıçıp sonra destek tedaviye bile erinen, bana getirmeyin artık diyen, son bir buçuk aydır artık ölecek uğraşmayın tadında davranan herkese inat annemin kazanmasını istiyorum. mucizelere inanmak istiyorum, şu an kanser umrumda değil, kemik iliği çalışır hale gelsin istiyorum, onu her gün öldüren kanser değil, tedavisi... bu sınavı da başarsın, bu sefer de hayata tutunsun istiyorum.

dönmek var, ölmek yok anne...

(deliberte, 12.06.2011 01:42)"

Bugün kendime edindiğim annelerden biri olan annemin ahretliği ile hastanede annemden bahsederken aramızdaki iletişimsizliği açtık. İkimizin de yapamadığı, cesaret edememekten çok üzerim diye korktuğu bir şey vardı. Durumumuzla yüzleşmek, o nedenle yakınlaşamadık hiç. 'Geç değil Hikmet, hala yapabilirsin,' demiş.

'Yavrum ben hastayım diye beni üzmemek için içini bana açamıyor, ben yavrum hasta, üzülecek diye ona içimi açamıyorum.'

Fatma teyzeden duyduğum en vurucu sözler bunlardı, gerçek hep vurucudur ya, zamanın geri dönüşü yok. Sevdiğini söylemek lazım. Anne, baba, kardeş, sevgili, arkadaş, dost... Yarın burada olup olmayacağımızı kimse bilmiyor. Yarın yanına gideceğim ve hiçbir şeyim hazır değil henüz, tek isteğim eğer diktiğim laleler açmadıysa o toprağın üzerine yatıp kalmak.


 En azından onu çok sevdiğimi biliyordur artık, yıllar önce bir çalışma çıkışı bir arkadaşla iki bir şey içelim demiştik. Annem telefon açıp ağzıma sıçtı, neredeymişim, benim yüzümden uykusuz kalıyormuş, yok efendim ben gelmeden uyuyamıyormuş, ben onu uykusuz bırakıyormuşum, hasta ediyormuşum, benim yüzümden hasta oluyormuş... Telefon konuşması sırasında İstiklal Caddesi'ndeydim ve zaten dönüş yolundaydık, dediğim hiçbir şey karşıya gitmiyordu, sesim ulaşmıyordu. Evde korkunç bir gerginlik beni bekliyordu. O an yanımdaki arkadaşım 'Ona onu çok sevdiğini söyle,' dedi, o arkadaşıma ne kadar teşekkür etsem azdır, 'Annecim, ben seni çok seviyorum, dönüş yolundayım, geliyorum,' dedim. Bu belki ilk ve sondu. Annem sustu, konuşmadı, ağlıyordu. Telefonu kapattım. Eve gidince bir cehennemle karşılaşmayı bekliyordum, oysa annem çok sakindi. 'Hoşgeldin yavrum,'dedi. Pijamamı giydim ve yattık, beni suçladığı şeyler hakkında hiç konuşmadık, o dönem aynı odada uyuyorduk.

Bazen içimizde yumru gibi kalan bir seni seviyorum çok şey çözer, en azından kalpleri yumuşatır, duyan kişiyi mutlu eder. Bundan sonra en çok söylediğim şeylerden biri seni seviyorum olacak diye söz verdim kendime. Yarın kime ne olacağı belli değil. Kimin kontratı nerede nasıl sona erecek bilinmez.

Vasiyetim bir kenarda hazır. İçinde 'Sizi çok seviyorum eşşek sıpaları' yazıyor. Eğer diyememiş olursam, bir kere daha duysunlar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder