19 Haziran 2012 Salı

Geçen sene bu saatler...

Aslında iyi gidiyordum, çok geç kalktım, umursamadım. Seneyi devriye için benden habersiz yapılan planlara katılmaya çalıştım, bir şeyler ayarlandı.

Sonra ben yokken hallolmasını istediğim şeylerden biri hallloldu, yani yarın olacak, diğeri de yolda, yani hallolması ama ben ne yaptım?

Saate baktım. Saatlere... Geçen sene bugüne bu saatlere, geçen sene Pazar günüydü, Emily yanımdaydı, ben hala koşturuyordum.

Hangi ara merdivenleri hüngür hüngür ağlayarak inmiştim acaba? Sonra laboratuara gidip sonuçlara bakıp.... ölümü gördüm.

Emily ben iyi hissedeyim diye yemeğe çıkarmaya çalışıyordu, bazen sizin o kişiye iyi geleceğini düşündüğünüz şey aslında onun için iyi değildir. En son ona arkadaşlarının yanına yalnız gitmesini söyledim kan merkezinde, yanında Turan abi vardı. 'Ağladın mı sen?' dedi, bir şey demedim.

Biz hala sanki ertesi gün annem ameliyat olabilecekmiş gibi kan peşindeydik, listeler aranacak kişiler.. Aslında çok korkuyordum, bir yandan ameliyatın pazartesi yapılmasının çok daha iyi olacağı, hocaların hastanede olacağı gibi gerçeklerle kendimi avuturken daha o hafta annemin ameliyatının yüksek risk taşıdğını biliyorum kağıdı imzalamıştım, işin kötü yanı sonra o da imzaladı, yani imzalamış. Ne hissetti acaba? Asla bilemeyeceğim...

Kan için koştururken yoğun bakım hemşirelerine bir ihtiyaç için gittiğimde beni içeri aldılar, diğer hastaların bilinci açık değil diyerek. Hasta var mıydı ona bile bakmadım, anneme baktım. Su istedi benden, iki bardak içti sonra bardağı ters çevirmemi rica etti. Kızlara yük olmasın diye onu bile söyleyememiş. Bardağım toz oluyor enfeksiyon kapacağım diye kim bilir ne üzüldü... Çok bitkindi, bebek gibiydi. Ben her zamanki üstün tiyatro yeteneğimle, bana bakıp gözlerimin içine 'çok sıkıldım,' dediğinde bu güzel kızların onunla ilgilendiğini, gözünün gönlünün onlara bakarak açılacağını, tamam, manzaranın bir galata kulesi olmadığını servisteki gibi.. ama en azından fıstık gibi kızların olduğunu falan ... söyledim.

'Çişimi yapamıyorum,'dedi, çocuk gibiydi, acılıydı, nasıl tarif ederim o ifadeyi bilemiyorum, o sözlerin söylenme şeklini ifade eden bir kelime sanki lügatta yok, bir insan en fazla nasıl çişini yapamazdı ki? Kanamadan sandım, sonra gördüm kasığına bağlanmış kateteri, idrarı şırınga ile çektiler. Kahroldum. Benim için, sırf benimle olmak için bunlara katlanmasına kahroldum. Tek bir kere şikayet etmedi. Tek bir kere...

Sonra midesi bulandı, belki de sıralama böyle değildir ama öyle hatırlıyorum, göz temasımız o ana kadar vardı çünkü. Kan kustu.... O zamana kadar metanetini korumuş ben o an ağlamamak için zor tuttum kendimi, hemşireler de öyle...

Peki annem ne dedi? 'Hoşaf içtim ondan oldu.' Hayatımda hiçbir cümle beni bu kadar kahretmemiştir, kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek bunun yanında hiç kalır... Biz normal kusmuş gibi davrandık, 'akşam yemeğini de içim almadı zaten, kendimi zorlayarak yedim,' dedi. O halde bile bir şeyler yemeğe zorlamış kendini hayatta kalayım diye.

'Anne,' dedim, metanetimi koruyorum, 'buradaki yemekleri yemek zorunda değilsin, canın ne istiyorsa söyle ben yapıp getireyim sana evden...'

Arkasına yaslandı, 'hiçbir şey istemiyorum, sağlığını istiyorum,' dedi. Gözüme bakıyordu ama gözüme bakmıyordu, aslında tam da o an ölümü görmüştüm yüzünde. Siz hiç kimsenin yüzünde ölümü gördünüz mü? Ben gördüm. 'Anne ben iyiyim, hatta çok iyiyim, hazır hastandeyken kan testlerimi yaptılar domuz gibiyim!' dedim. Annem yatmış ve kafasını öbür yana çevirmişti, bense üzerine eğilmiştim. 'İnşallah,'dedi. 'Kanıtlarım var, getirebilirim! Getireyim mi kan sonuçlarımı?' dedim. Bu arada annemin kasıktaki kateter dışında iki damarı açık kalabilmiş, ayağındakini cerrahi zor açtı, biliyorum. Diğeri de serçe parmağı. Serçe parmağı yahu! Kadının vücudunda girilecek damar kalmamış! Nasıl olabilir ki o ameliyat?

Serçe parmağından bulantı kesici yaptılar. Sonra annem yine oturdu bir şey için, yani yatmadan oturma pozisyonuna geldi, hiçbir iletişim kuramıyordum. Bebek gibiydi. Hayatın döngüsünü düşündüm, annemin altı bezli, üzerinde bir fanila, aletlere bağlı tansiyonu nabzı vs ve başında yeşil bone... Bonesinden öptüm. Hemşire kızlara 'boneyi değiştirirsiniz, öptüm ya mikrop kapmasın şimdi,' dedim. 'Aman ondan bir şey olmaz,' dediler, sanki her şey çok süpermiş gibi 'Annecim ben bu kan isteklerini halledeyim gelicem,' dedim.


Çıktım, her şey süpermiş gibi, yoğun bakımdaki o kapılar kapandı ve ben o sekiz katı duvarlara yaslanıp hüngür hüngür ağlayarak düşmeden nasıl indim bilmiyorum, tüm o süreç boyunca yoğun bakıma alındığı günün bir önceki gecesi, ben evde, o hastanede, mide kanaması geçirdiğinde bunu bilmeden aynı anda geçirdiğim panik atak dışında bir kez bile ağlamamıştım. Ağlayarak ve nasıl düşmediğime şaşırarak laboratuara indim. Orada doktor arkadaşım olduğundan beni tanıyorlardı. Cumadan beri kan sonuçlarını eksik gedik paylaşıyorlardı annemin doktorları, kan sonuçlarına baktım. Cumartesi kırmızı kan kanama olmadığı halde düşmüştü çünkü kan kendi kendini yıkıyordu artık. Her şeyimle ilgilenen doktor arkadaşımın cumartesi günü bana sinirle 'e peki niye düşüyor bu değer bir şey demiyorlar mı?' bağırması ondandı, annesi gibi sevdiği biri ölüyordu ve o bunu benden önce anlamıştı.

Laboratuar sonuçlarından cuma gecesi enfeksiyonunun çıktığını, wbc 32, ancak pazara 20 mi 18 mi neye indiğini gördüm, annem artık gelen kanı kabul etmiyordu, o wbc ile ameliyata girmesi mümkün değildi. Muallaktaydım, eve gitmek veya geceyi orada geçirmek...

Laboratuardan çıktım, artık ayakta duramayacağımı fark ettim, oturup kağıtlara sarılarak hüngür hüngür ağladım. Bilmiyorum ne kadar sürdü. Emily kan merkezinde beni bekliyor...

'Ağladın mı sen?' Ağlamak ne kelime mahvolmuştum. Ben anneme hep melek gönderirdim yoğun bakımdayken, Cebrail şifa meleğidir ve rengi yeşildir, uçuk yeşil kocaman bir melek annemin yatağının üzerinde kanat çırpardı kuvvetlice. İyileşecek, derdim. O gece çıkışta yine melek gönderdim, bu melek griydi, donuktu, kanatları kapalıydı, annemin yanı başında oturmuş bekliyordu, Azrail'di. Annem ölecekti, yüzünde gördüğüm ama kabullenemediğim şey bir kez daha yüzüme vuruldu. Artık kesin olarak biliyordum.

Emily'yi arkadaşlarının yanına yolladım, sanki olacakmış gibi ameliyat sonrası kanlar için koşuşturmaya devam ettim. Kağıtları yoğun bakıma götürdüm. Şanslıydım, kapı açılınca ilk annemi görüyordum, kapı açıldı, kızlar 'Bulantısı geçti, uyudu şimdi,' dediler. Annemi hayattayken en son görüşüm oydu. Bembeyaz, melek gibi uyuyordu. 'Ağzı kuruduğu için sizden sakız istedi,' dediler. Diş hekimi bir ablam annemin boynundan radyoterapi aldığı dönemlerden beri kuruluk yaşadığını bildiği için özel nemlendirici ve ağız temizleyici getirmişti ama alamamıştım. Kızlara gidip alabileceğimi söyledim, 'yorulmanızı istemiyoruz, sakız yeter,' dediler. Gittim karşı büfeden aldım, falım bişey miydi neydi. Hatırlamıyorum. Evin hala bir yerlerinde o sakız. Götürdüm, kızlar 'eve gidip dinlenin, daha fazla boşuna yorulmayın,' dediler. Saat 12'yi vurmuş ve ben kabak olmuştum.

Banu'yu aradım, taksideydim, hıyar taksici Banu'ya canım deyince dönüp baktı, karşının taksisi çıktı, bazen böyle söyleyin götürsün hiç konuşulmasın istersiniz ya, o olmadığı gibi üzerine bir de o halde yol tarif ettim... İnip başka taksiye binecek gücüm dahi yoktu. Banu'ya artık gücümün kalmadığını, kan kustuğunu söyledim, benim yerime onların ilgilenmesini rica ettim. Onlar ilgilendi. Ben taksiciye ağlayarak yol tarif ettim. Laf açmaya çalıştı, taksicilere notum: arkadaşımız değilsiniz bir şeyimiz değilsiniz, gecenin 12'sinde hastane önünden ağlayan bir kadın alıyorsunuz, size ne yarraaam size ne? açmayın muhabbet kusur kalsın! Hastanın neyim olduğunu sordu falan. 'Bu konuda konuşmak istemiyorum,' dedim. Mevzuyu kapattım. Bilmiyorum dışarıdan nasıldım ama içim ölmüştü. Bir süre sonra o da üzüldü, abla yardım edeyim'e döndü olay inerken.

Eve geldim, klasik çamaşır yıka bilmemne, bunları yaptım mı emin bile değilim, niye saat 2'ye kadar ayaktaydım, hiç bilmiyorum. Saat 2'de ancak yatabildim. Telefonum hep açık, koronerden arayanların numarası kayıtlı, üzerimde annemin geceliği var. Yorgunluktan ve üzüntüden ölüyorum. Hangisinden daha çok ölüyorum bilmiyorum....

Telefon çaldı, koroner, hemen açtım, saat 03:35...


Hemşire - Doktor hanım yoğun bakım önüne gelmenizi istiyor
Ben + Ağırlaştı, değil mi?
- (klasik tavır) biz bu konuda bilgi veremiyoruz, doktor hanım bilgi vermek için yoğun bakımın önüne gelmenizi istiyor acilen
+ ben acilen gelemem
- gelemem mi diyorsunuz?
+ yok ben hastanede değilim, evden geleceğim, sürer ama en kısa sürede geliyorum

Yine Banu ve Şenol koştu yardımıma, arayıp beni almalarını rica ettim ve ta Maltepe'den geldiler, hiçbir akrabam üzerimden vicdan temizlemeye kalkmasın şu yaşadıklarımdan sonra... Ben yapayalnızdım, benim kimsem daha önceden hiç tanımadığım insanlardı, annem dokuz, rakamla 9 senedir hastaydı...

 Lacivert kotum, anneme mutluluk versin diye aldığım always smile for me tişörtüm, ne giydiğimi biliyor muydum sanki? O kombinasyonu geçenlerde giymeye çalışıp başardım sanırım. 'Annem öldüğünde üzerimde bunlar vardı.'

Saat 4'ü çeyrek geçe içim yandı, annem annem diye ağlamaya başladım. Tam da o sıra kapı çaldı. Hemen uçtuk hastaneye, arkadaşlarımın da gelmesini rica ettim güvenliğe, karşılacağım şeyi biliyordum ama son nefesine yetişmek istiyordum... Yetişemedim.

Doktor yaşlı gözlerle 'Hafize teyzeyi kaybettik,' dedi. Ne garip, kadınla tüm gün araya doktor arkadaş sokana kadar kedi köpek gibi bir gerginlik.... Şimdi ise göz yaşı dökmüş.

Hastayı temizliyoruz dediler, dışarıda bekledik, künyesindeki saat tam 04:15'ti...Anne ve çocuk arasındaki bağ ne tuhaf.

Tüm bunlar sırasında durmaksızın ağladığımı söylememe gerek yok sanırım. Koydukları şeyin üzerinden sarıldım, ağladım, o kesif ilaç kokusu... Aynı gün o kokuyu duyduğum her şeyi, her kıyafeti atacaktım...

Morga ben götürdüm, çekmecesine ben yerleştirdim, o sıraydı sanırım elini tuttum, bez üzerinden, son kez.

Bahçeye çıktık, Banu, Şenol ben. Banu'nun kucağına yatmak istedim ve anlamsızca ağaçlara baktım. Benim hayatım boyunca bir annem olmuştu, şimdi ben ne yapacaktım? Nasıl bir şaşkınlık hali o yarabbim! Hele hemşire kızlara benim için bir şey dedi mi diye sormam.. uyandı sanıyorum çünkü, kafa öyle gitmiş ki uykusunda öldüğünü bile idrak edemiyorum. Daha yeni idrak edebildim. Elimde gittiğimizde elime tutuşturdukları evlilik yüzüğü, kalakaldım.

Bu seneyi anlatacaktım aslında, benzer saatlerde ağlama geldiğini, laboratuar sonuçları yerine muhtemelen halamın Almanya'dan gönderdiği, annemin benim çeyizime sakladığı koliye sarılıp ağladım. Hem de ne ağlamak...



Koyacak yerim olmadığı için hala kutularındalar... Bana bir koliye sarılıp hüngür hüngür ağlayacaksın deseler hayatta inanmazdım sanırım.

Yarın, yani bugün geçen sene olduğu gibi İstanbul'da olacağım, ertesi gün annemi gömülmek istediği yere götürür gibi kendimi götüreceğim, yarın belki vakit bulursam helva kavururum, geçen sene o saatleri düşünürüm ister istemez.

There were always hours between us.

Siz hiç birinin yüzünde, gözlerinde ölümü gördünüz mü? Ben gördüm. Rahat uyu anneciğim.



(Erdal Eren anısına aslında, aklıma seneyi devriyelerinin birinde Kızılay meydanında annesine tanıyor muydunuz diye soran kızın hikayesi geldi, 'O benim oğlumdu kızım, o benim oğlumdu...')

aman aman yandım aman
kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda

aman aman acı yüzler
kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder